25 Eylül 2014 Perşembe

YETER ARTIK BİR SUS!



“Mısır'da, halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanı darbeyle indirilirken, verdikleri oyun hesabını sormak isteyen binlerce masum katledilirken, Birleşmiş Milletler de demokratik ülkeler de bunu sadece izliyor. Ve bu darbeyi yapan kişi meşrulaştırılıyor. Eğer demokrasi diyorsak sandığa saygı duyalım. Yok demokrasi değil de darbeyle gelenleri savunacaksak o zaman bu BM niye var diye merak ediyorum.” Erdoğan’ın bu sözleri Mısır’la aramızda kriz çıkarmaya yetti de arttı bile. Önce Mısır’dan Erdoğan’a tokat gibi bir yanıt geldi: “Türkiye Cumhurbaşkanı'ndan bu tür yalan ve iftiraların gelmesi şaşırtıcı değil. Kendisi terörist gruplara politik ve finansal destek vererek Orta Doğu'da kaos yaratmaya ve bölünmeyi yaygınlaştırmaya çok hevesli. Bölge halklarının refahını yok etmek ve kendi kişisel ihtiraslarına ulaşmak için terör örgütlerini barındırıyor.” Ayrıca Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun, Mısırlı meslektaşı Samih Şükri ile New York'ta görüşmesi planlanıyordu. Erdoğan'ın konuşması sebebiyle Mısır iki ülke dışişleri bakanlarının görüşmesini iptal etti. Ortada adamakıllı bir sebep yokken Mısır’la düşman oluşumuz yetmiyormuş gibi Erdoğan bu sözlerle resmen kendi bacağına kurşun sıkıyor. Gelin şu sözlere bir bakalım.

Erdoğan “verdikleri oyun hesabını sormak isteyen binlerce masum katledilirken”diyor. Senin ülkende hiçbir masum katledilmezse bu lafı dersin anlarım; ama sen camdan bir evde oturuyorsan başkasının evine taş atamazsın. Atarsan da sonuçlarına katlanırsın. O taşın geri dönüşü çok sert olur. Sen burda Gezi Parkı protestoları sırasında 10 kişiyi öldürttün ( Önce 7 kişiydi ama dil kanseri olan genç, Berkin Elvan ve Ali İsmail daha sonra öldü onlarla ölü sayısı 10’a yükseldi. ) Tam rakamı bilemiyoruz ama kesin olan şu ki 10 binden fazla insan yaralandı, 91 kafa travması yaşandı, 11 kişi gözünü kaybetti… Ne için? Haklarını aradılar. Verdikleri oyun hesabını sordular, gölgelerinde dinlendikleri ağaçların kesilmesini istemediler. Haftalarca Mısır’dan beter olduk. Acımadın, en acımasız şekilde üstümüze saldırdın. Daha ilk günlerde Erdoğan müthiş bir korkuya kapıldı ve adeta aklını yitirmiş gibi şiddete başvurdu. 21. yüzyılda hiçbir Başbakan’ın kendi halkına reva göremeyeceği gayrı meşru yollara başvurdu ve daha ilk 15 günde 150.000 adet gaz bombası atıldığı, 3.000 ton su sıkıldığı, OC Gas, CS Gas ve CR Gas olmak üzere 3 çeşit gaz sıkıldığı, göz gibi hassas organlarda kalıcı hasarlar verebilen FN-303 adlı silahtan göstericileri boyamak için ‘bizmut’ içeren kapsüller atıldığı ortaya çıktı. Yalnız şunu hatırlatayım: Bu sadece ilk 15 günün bilançosu. Biliyorsunuz ki gösteriler günlerce sürdü. Üstüne Erdoğan hiç utanmadan şunu dedi: “İçişleri Bakanıma 24 saat içinde AKM’yi ve Cumhuriyet Alanı’nı temizleyin dedik. Şimdi soruyorlar ‘Polise talimatı kim verdi?’ diye. Polise talimatı ben verdim. İşgal kuvvetlerini mi izleyecektik?” hiçbir utanma sıkılma emaresi göstermeden kendi vatandaşlarına işgal kuvvetleri diyecek seviyede biri başbakan olsa ne yazar cumhurbaşkanı olsa ne? Her şeyden önemlisi önce insan olmaktır. Bir hiç uğruna, saçma sapan bir sidik yarışı için “Bana ne, bana ne! Benim dediğim olacak işte!” inatlaşması yüzünden insanlar ölürken, yaralanırken başını yastığa koyup uyudun, rahat rahat uyudun. Vicdanın sızlamadı, gerçi sızlaması için vicdanın mevcut olması lazım. Bu detayı atladık sanki. Var demiyorum, yok da demiyorum. Şunu diyorum bir insanda vicdan olup olmadığı o insanın davranışlarıyla belli olur. Artık varın kararı siz verin. Sus Erdoğan, sus konuşma! “Masumlar katledildi” deme. Sen sadece seni protesto edenleri değil sana oy veren masumları da katlediyorsun. Tuzla’daki tersanede, Mecidiyeköy’deki inşaatta… 8-9 gün geçmeden daha Mecidiyeköy’de ölenlerin kanı kurumadan Kartal, Esenyurt, Kırşehir, Zonguldak ve Konya‘daki inşaatlarda bir gün içinde 5 kişi öldü. Soma’daki madende, 665 kişiyi katlederek rekor kırdın. Sus Erdoğan, sus! Allah aşkına konuşma, masumları katlediyorlar, deme sus!

Gelelim tekrar Mısır’a. Mısır’da bir darbe oldu, evet ama bu Mısır’ın iç sorunu sen önce kendi demokratikleşmene bak sonra Mısır’a hönkür. Ayrıca darbe konusunda bu kadar hassas isen darbeyle işbaşına geçen Ömer el Beşir’i neden devlet töreniyle karşılıyorsun? Masumların ölmesini çok önemsiyorsan neden bir soykırım suçlusunu Türkiye’ye getirtiyorsun? Birleşmiş Milletler'e göre, Ömer Beşir’in suçlu olduğu soykırım sırasında Sudan’da 300 bin kişi öldürüldü ve 2 milyon 700 bin kişi de evsiz kaldı. Darbeci değilsen neden 12 Eylül darbesinin ürünü zorunlu din dersi saçmalığını devam ettiriyorsun? Erdoğan sus, sus Erdoğan, sus konuşma Erdoğan! Ağzını açtığın gibi kriz çıkarıyorsun. Türkiye’yle Suriye’yi savaşın eşiğine getirdiğin yetmedi, Gezi Parkı protestolarıyla Türkiye’de iç savaş çıkarıyordun; o da yetmedi şimdi de Mısır’la ilişkileri geriyorsun. Erdoğan sus, sus artık, sus! Sadece kendine zarar versen iyi. Yeter artık, yeter zarar verdin herkese, her şeye sus Erdoğan, sus!

23 Eylül 2014 Salı

VIVA ZAPATA!

Dostlar siyaset, tarih ve edebiyat sohbetlerimize biraz da sinema ekleyelim. Geçmişin başarılı yapıtlarını ve o yapıtlarda geçen unutulmaz replikleri konuşalım siz de hoşunuza giden filmleri anlatın ben de izleyeyim "Zorba the Greek" gerçekten bir şaheserdi. Romandan uyarlanmış bu filmin sadece mükemmel senaryosu değil Anthony Quinn'in müthiş oyunculuğu da güzeldi.
Diğer bir şaheser "Viva Zapata!" bu da kitaptan uyarlama biyografik bir kitaptan, gerçek hayattan alınma. Kitabın ve film senaryosunun yazarı Jonh Steinbeck desem bu bile yeter. John Steinbeck Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, İnci... gibi şaheserleri edebiyat dünyasına kazandıran eşsiz bir yazar. Şair değil ama müthiş bir roman yazarı ona Amerika'nın Nazım Hikmet'i diyebiliriz.
1952 ABD yapımı filmde Marlon Brando, Zapata rolünde. Anthony Quinn ise Zapata'nın ağabeyi Eufemio rolünde. Başroldeki Marlon Brando’ya Cannes Film Festivali’nde en iyi aktör ödülünü getiren bu film; Anthony Quinn’e de en iyi yardımcı aktör oscarını kazandırmıştı. Film 1910'larda Meksika çalkalanıyordu. Diktatör Porfirio Díaz baskı ve tehditle her istediğini yapabileceğini zannediyordu. Ona bunu sürdüremeyeceğini göstereceklerdi. Filmin tanıtım sloganı ise: “Meksika'nın beyaz atlı kaplanının kükreyen öyküsü” Beyaz atlı kaplan Emiliano Zapata'ydı. Onu herkes tanıyor peki ya Diaz kaç kişi onu tanıyor? Daha geçmişe gidelim, Spartacus onu hepimiz tanırız peki ya Crassus onu kaç kişi tanıyor? Şimdi bu güzel filmden birkaç replik yazalım.

Filmin başlarından güzel bir replik. Köylüler Diaz'a dertlerini anlatmaya gelmiştir: Köylüler:
- Toprağımızı aldılar.
Diaz:
- Toprağınızı kim aldı?
Köylüler:
- Oradaki en büyük resmi kurum. Krallık'tan daha büyükler. Yeşil vadilerimizi aldılar. Bize tepenin kayalık tarafını bıraktılar. Mısırımızı yetiştiremiyoruz. Dikenli tellerle çevirdiler. İneklerimizi besleyemiyoruz.
Diaz:
- Bu araziye sahip olduğunuzu
ispat edebilir misiniz?
Köylüler:
- Köyümüz bu araziye tarih öncesinden bu yana sahiptir. İspanya Krallığı'ndan ve Meksika Cumhuriyeti'nden belgelerimiz var.
Diaz:
- Eh, bu doğru ise, sorun yok. Çocuklarım, mahkeme bunu halleder. Sizi şahsi avukatıma göndereceğim. Ama onu görmeden önce, sınır taşlarınızı bulmanız gerekiyor.
Zapata:
- Sınır taşlarının doğruluğunu kanıtlıyamayız, başkanım. Arazi dikenli telle çevrili ve silahlı adamlar tarafından korunuyor.
Diaz:
- Mahkemeler halleder. İzninizle!
Zapata:
- Mahkemeler mi? Şimdiye kadar köylülerin kazandığı bir arazi davası duydunuz mu?
Diaz:
- Çocuklarım, ben sizin babanızım, koruyucunuzum. Sizin kanınızdanım. Ama inanın bu davalar zaman alıyor. Sabırlı olmalısınız.
Zapata:
- İzninizle başkanım. Pidelerimizi mısırdan yapıyoruz, 'sabır'dan değil. Ve 'sabır' silahlı nöbetçiler tarafından korunan dikenli telin içinden geçemez. Dediğiniz gibi sınır taşlarının
tespiti konusunda dikenli teli geçebilmek için otoritenize ihtiyacımız var.
Diaz:
- Böyle bir otoriteyi muhtemelen
uygulayamam.
Zapata:
- Ama akıl öğretirsiniz.
Diaz:
- Sadece tavsiye edebilirim.
Diaz bu ihanetinin bedelini çok pahalıya ödeyecekti. Hainler bedel öderler er ya da geç! Geçmişteki hainler ödediler, bugünkü hainler de ödeyecekler. Hainliğin en alçakça yapılanlarından biri de insanların elinden ekmeğini almaktır. Tıpkı bugün yapılmaya devam edildiği gibi atanmayan öğretmenlerin, Suriye'den kaçan gariplerin, Soma'da enkaz altında can verenlerin... hepsinin ama hepsinin hesabını vereceksiniz aşağılık Diaz'lar hepsinin!

Bu da filmden bir başka replik:
"Kafamda bir soru davul çalıyor. Kötü bir hareketten iyi bir şey çıkar mı? Bu kadar katliamdan sonra barış gelebilir mi? Bu kadar vahşetten, sonuçta merhamet doğar mı? Bu kadar kızgn ve nefret dolu bir adam... böyle bir adam, barışa rehberlik edebilir mi? Barış içinde hüküm sürebilir mi?"

Yukarıdaki konuşmadan sonra ben de şunları düşündüm: 15 yaşında bir yavruyu öldürtüp onu terörist ilan eden, annesini meydandaki güruha yuhalatan nefret ve kin dolu biri barışı getirebilir mi? İçinde birmek bilmez bir kin ve nefretle ülkeyi yöneten, sırf birilerine karşı şahsi kini var diye, sırf cemaaten almak istediği intikam uğruna devletin eğitim sistemini kökten değiştirmeye kalkan biri barış içinde yönetebilir mi? Siyasi show amacıyla insanlara kefen giydirtecek kadar gözü dönmüş bir hareket ülkeye huzur getirebilir mi?

18 Eylül 2014 Perşembe

NEREDE O RUMLAR, ERMENİLER? SİZE İHTİYACIMIZ VAR EY GAYRIMÜSLİMLER!




Bizim gayrımüslimlere ihtiyacımız var. Hristiyanların kesinlikle bize ihtiyacı yok; ama bizim onlara ihtiyacımız var. Hristiyanlar bazı şeyleri aşmış. İnsanlar birbirlerine müdahale etmeye böyle hevesli değil. Oysa Ortadoğu’da insanlar ne kadar da dindar olduklarını birbirlerinin gözünün içine sokmaya hevesli. Dindar olarak görmediklerini de ezmeye can atıyorlar. Eski vesayet rejimini çökertip Kemalistleri tasfiye ederek yerine kendi vesayet rejimlerini kuran zorba siyasal İslamcılar, sanki her sabah kalkıp bir zamanların “andımız”ı gibi “Vallahi billahi ben de Müslümanım. Ben de Kuran’a inanıyorum. Ben de peygamber efendimizi çok seviyorum.” diye herkese yemin ettirmenin peşindeler. Böyle bir baskı ve eziyet illa da yasa çıkararak olmuyor tabii. Mesela aynı işyerinde çalıştığın kişiye: “Gel hadi cumaya gidelim.” dediğin zaman o kişi üzerinde otomatikman baskıyı kuruyorsun. İnsanlar ben namaz kılmayacağım diyemiyorlar, çekiniyorlar. Pek az kişi benim gibi “Sen git, ben gelmeyeceğim.” diyebiliyor. Bunun üzerine namaza gitmeyi öneren iyice iğrençleşip “Neden?” diye sorabiliyor ve karşısındakini sıkıştırmak isteyerek adeta namaza gitmeye mecbur etmek için uğraşıyor. Çok çok az kişi (benim gibi) “Bunun niyesi olmaz, zorlaması da olmaz; içimden gelmiyorsa kılmam. Sen git kendin namazını kıl, ben kılmıyorum.” diyebiliyor. Bunu da kime demiştim,  patrona demiştim. Baskıyı görüyorsunuz. Bir patron aynı işyerindeki kişiye namaz kılalım derse ortada bir zorlama vardır. Düşünün bir, aynı dershanede çalıştığım bir Ateist öğretmen patronun teklifi üzerine itiraz etmeye çekinip cuma namazına gitti. Abdest alıp namaz kıldı. Bu ne kadar acıklı, ne kadar hazin bir şey düşünebiliyor musunuz? Bu Ateist arkadaş toplumsal baskı ve kontrol mekanizması ile kendisi olmaktan vazgeçiyordu. Daha doğrusu kendisi olmaktan zorla vazgeçiriliyordu. İşte tam da bu yüzden bizim, aslında sadece bizim de değil, Ortadoğu’daki tüm Müslüman ülkelerin gayrımüslim azınlıklara ihtiyacımız var. Herkesin oruç tutmak ya da namaz kılmak zorunda olmadığını artık anlamamız ve anlatmamız lazım. Eğer oruç tutan biri karşısında birinin bir şey yediğini görünce acı çekiyorsa, kıskanıyorsa önce kendi samimiyetini sorgulamalıdır. Bunu da geçtim oruç bir ibadetse yani senle Allah arasında bir şeyse sen hangi akla hizmet oruç tutuyorsun diye başkalarından sana saygı duymasını bekliyorsun? Böyle saçmalık mı olur. Ama haydi işin bu kısmını da geçtim. Kantin nedir? Kantin yemek yeme yeridir. Kantin, insanların bir şeyler yemesi ya da içmesi içindir. Oysa birilerinin tahakküm kurduğu Gazi Üniversitesi’nde Ramazan ayında kantinde bir şeyler yemeyi bir deneyin bakalım. Okulda egemenlik kuran ve kendi yaşam tarzını başkalarına dayatan güruh sizi görürse kantinden tek parça olarak çıkma şansınız çok az.

Neden, neden Ortadoğu insanı herkesi kendine benzetmenin peşinde? Neden farklı olanı hazmedemiyor kabullenemiyoruz, nedir bu hazımsızlık? Bir grup çıktı 2000’lerin başında. Dediler ki nedir bu yapılanlar, nedir bu insanların çektiği, neden bir başörtüsü bile sorun oluyor? Haklıydılar, destekledik onları. Farklılıkları doğal kabul edelim, sindirebilelim dedik. Fakat o grup palazlandıkça tuhaflaşmaya başladı. Okullarda eskiden başörtü yasakken şimdi pek çok lisede kız öğrencilerin etek giymesi yasak. İhtiyaç fazlası açılan imam hatip liselerine talep olmayınca öğrenciler bu liselere zorla yerleştiriliyor. Yavaş yavaş, hissettirmeden karma eğitim kademe kademe ortadan kaldırılmaya uğraşılıyor. Su yavaş yavaş ısıtılıyor. Derler ki su kurbağasını su dolu bir kaba koy su sıcaksa kurbağa hisseder ve sıçrayıp kurtulur. Oysa su ılıksa ve kap alttan yavaş yavaş, kısık ateşte ısıtılmaya başlarsa kurbağa bunu farketmez. Çok yavaş ısınan suyun içinde bunu farketmeyen kurbağa haşlanıp ölür. İşte biz, şu an o kurbağanın durumundayız. Ülkeyi eline geçiren yeşil diktatörlük içinde bulunduğumuz suyu yavaş yavaş ısıtıyor. Kurbağa liberaller de halen suyu yavaş yavaş ısıtanları alkışlıyor.

Bize okulda hep şu öğretildi: “Herkes istediği din ya da inancın gereği olan ibadetleri yerine getirme ve din eğitimi alma hakkına sahiptir.” İyi güzel de insan inanmama hakkına da sahiptir. Zorunlu din dersiyle bu hak insanların elinden alınmakta ve insanlık onuru ayaklar altında çiğnenmektedir. Bizim gibi özgürlüklerin hiçbir kıymet i harbiyesinin olmadığı üçüncü dünya ülkelerinde egemen inanca mensup olanlar “İnanca saygı! İnanca saygı!” diye yeri göğü inletirler. Kardeşim herkesin saygı duymasını istediğin inanç nasıl bir inançtır, bunu hiç düşündün mü? İstersen önce biraz buna eğilelim. Senin saygı beklediğin inanç kutsal kabul ettiği kitapta kendine inanmayanlara: cehennem odunu, aşağılık maymun, susamış deve, domuz, yaban eşeği, dilini sarkıtıp soluyan köpek, geberesice… diyor. (Cinn-15 / Bakara-65 / Vâkıa-55 / Mâide-60 / Muddesir-50 / A'râf-176 / Muddesir -19) 

Yani sen karşındaki insana sana küfürler yağdıran bir öğretiye saygı duy diyorsun. Sen bunu gerçekten aklın başında düşünebilirken mi talep ediyorsun? Sana benden farklı düşündüğün için eşek diyeceğim, domuz diyeceğim ama sen yine de bana saygı duyacaksın, şeklinde bir sözün akla mantığa sığar tarafı var mı?

Osmanlı zamanında değişik ulus ve dinlerin barış içinde yaşadığından ve büyük bir “hoşgörü” kültürümüz olduğundan bahsediliyor hep. Oysa “hoşgörünün küstahlığı” diye bir kavram vardır. Hoşgörü suçun karşısında olur. Eğer kişi farklı bir etnisiteye ya da farklı bir inanca mensup olmayı “suç” kabul ediyorsa o zaman farklı din ve kavimler bir arada hoşgörüyle yaşadı diye bir inci yumurtlar. İşte bu da “hoşgörünün küstahlığı”dır. Daha yazacak çook şey var ama şimdilik bu kadar olsun.

17 Eylül 2014 Çarşamba

HASSSSSS*TİR ORADAN!




Gerçekten çok acıklı, üzücü haberler var. Bu yüzden önce bir fıkrayla başlayalım. Biraz kendimize gelelim sonra devam edelim:
Bir gün bir tavşan ormanda neşeyle yürüyormuş. Derken karşısına tanımadığı bir mahlukat çıkmış.
- Nesin sen diye sormuş
- Ben katırım. Annem eşşek, babam ise bir attır demiş.
Tavşan “hmm… hayli enteresan” diyerek yoluna devam etmiş. Derken yine tanımadığı bir hayvana rastlamış.
Peki sen nesin?
- Ben bir kurt köpeğiyim. Annem köpek, babam ise kurttur.
Tavşan yine “enteresan” diyerek ilerlemiş. Ancak bu sefer karşısına ne idüğü belirsiz bir hayvan daha çıkmış.
- Sen de kimsin?
- Ben bir devekuşuyum.
- Hasss*tir ordan!
Birkaç gün önce şöyle bir haber vardı TV’de de çıktı:
Bursa’da bir yakınını ziyaret etmek için geldiği hastanenin camından karşıdaki inşaatta hiçbir güvenlik önlemi alınmadığını gören Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, müfettiş çağırıp çalışmayı durdurttu.
Çok ilginç… “Eyyy falan, eyyy filan” diyor ya hani sizin reis, dur ben de sana sizin reis gibi sesleneyim Eyyyy Faruk Çelik! Madem işçiyi bu kadar düşünüyorsun neden madenlerde “yaşamodası”nın gereksiz olduğunu savunuyorsun? Eyyyyy Faruk Çelik, sen uyurgezer misin? Bu manzarayı ilk defa mı görüyorsun? Bu zaten yollarda her gün gördüğün bir şey. Asansör kazasından sonra sarsılan itibarını kurtarmak için show yaptığını anlamayacak kadar aptal mı zannediyorsun insanları? Madem işçileri çok düşünüyorsun neden Soma ile ilgili verilen araştırma önergelerini reddettiniz, neden göz göre göre yüzlerce işçiyi ölüme gönderdiniz?
Şu sözleri söylerken Çelik hiç mi utanmadın: “Teftiş kurulunda arkadaşların yaptığı görüşmelerde, ‘Allah yazdıysa olur’ tarzında bir yaklaşım ortaya konmuş. Mutlaka Allah ne yazmışsa o olacak. Peki tedbir nerede? Siz tedbir almazsanız bunu bu kadar ucuz şekilde kadere havale etmek doğru değil.” Senin bu sözlerinde zerre kadar samimiyet olsa Erdoğan madenci ölümlerine “kader” dediğinde bunu bu kadar ucuz bir şekilde kadere havale ettiğinde çıkar bu lafları o zaman söylerdin! Devam edelim, Çelik başka türlü herzeler de söylüyor: “Herkesi sorumlu ve vicdanlı olmaya davet ediyorum. Buradan işçi kardeşlerime de sesleniyorum, ‘Böyle bir çalışma ortamında siz çalışma zorunluluğunda değilsiniz, çalışmama hakkınız var.” Atma be Faruk, din kardeşiyiz. Çalışmadıkları an kapının önüne konulurlar, bunu sen de biliyorsun ben de biliyorum. İşçiyi işten atmak senin sayende çocuk oyunu olmuş zaten. Ondan kolay ne var ki? İşveren ben güvenlik önlemi almadığım için işçi çalışmadı, diyerek feshetmez sözleşmeyi başka bir bahane yazar. Bunu sen de biliyorsun ben de biliyorum. Dreshaneler olsun sigortalı işçilerin çalıştığı başka işyerleri olsun bir sene dolunca işçiyi istifa ettiriyorlar, bir iki gün sonra tekrar işe alıyorlar. Neden? Kıdem tazminatı ödememek için. Bunları sen benden iyi biliyorsun be Faruk. Atma Faruk, din kardeşiyiz.
Müthiş vecize de buyurmuşsun sayın bakanımız: “Cüzdanlar düşünülüyor da, vicdanlar niye düşünülmüyor?” O zaman eğer gram, miskal, zerre samimiyet varsa şu sözlerinde istifa edersin. Yüzlerce kişinin ölümüne sebep olmuşsun sen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanısın yahu var mı daha ötesi? Bu iş katliamlarının bir numaralı sorumlususun? Ellerine kan bulaşmış kan! İşçilerin kanı akıyor ellerinden! Hani senin vicdanın Faruk!
Durup durup “Ben Yaşar Usta’nın oğluyum, ben Yaşar Usta’nın oğluyum” da deme. Bir gruba, bir topluluğa en büyük ihaneti yapanlar, onları sırtından vuranların çoğu da o grubun içinden çıkmıştır. Bunu ben demiyorum tarih diyor. Goebbels’e bir bakarsak karısı Yahudi (belki kendisi de öyle), simsiyah saçları var, esmer bir adam, bir ayağı aksıyor dediğim gibi Yahudi olması da ihtimal dahilinde ( hem de az buz bir ihtimal değil yoksa neden bir Yahudi ile evlensin ki ) daha ne olsun? Yani Hitler’e ve Nazilere göre tam öldürmelik. Buna rağmen Goebbels’in Hitler’in sağ kolu olduğunu bilmeyen yok. Şu halde senin Yaşar Usta’nın oğlu olman işçi sınıfının canına okuduğun gerçeğini değiştirmez ki. Tamam “atma” demiyorum, bunca yılın alışkanlığı kolay kolay değişmez at, at ama biraz ufak at be Faruk. Maazallah attığın şu kocaman herzeler yutmaya çalışan bir enayinin boğazında kalırsa nefessiz kalır ölür sonra. Peki sonra ne olur? Bak söyleyeyim o ölüm de senin üstüne kalır. Ufak at be Faruk, din kardeşiyiz.

16 Eylül 2014 Salı

EDEBİYAT SOHBETİ BİR SUFİNİN DÖRTLÜĞÜ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Hakkı talepte birdir, akıllıyla divane,
Aşkın dilinde birdir, yakinla bigane,
Yarin vuslat meyini sunanlar mezhebinde,
Ayrı gayrı olmaz, birdir, kabeyle puthane!
Mevlana
"Hakkı talepte birdir, akıllıyla divane,"
Mevlana'nın bu dörtlüğü çok ilginç. Akıllı ve deli Allah'ı bulmada (ya da doğruya ulaşmada - "hakkı talep" iki anlama da gelebilir-) aynıdır diyor.
Bence burada doğruya ulaşma değil Allah'a ulaşma kast ediliyor.
Bunu biraz açıklayayım yanılıyor olabilirim ama zannımca 10'da 9 ihtimal yanılmıyorum. Mevlana hak yerini bulsun yapılan her şey ödetilsin diyen bir kişi değil. Bu yüzden hakkı talebin “hukukun talebi” olduğu görüşünde değilim. Öte yandan Mevlana diğer pek çok mısrasında da Allah'a kavuşmayı söyleyip arzuluyor. Mevlana Allah'a kavuşma ve Allah sevgisi konusunda öyle bir ileri gidiyor ki sonunda Allah'a kavuşmak için İslam'a gerek olmadığı sonucuna kadar götürüyor bizi ki bu dörtlükte de son mısrada bu sonuca varmış. Her zaman söylerim yahu sevgili muhafazakârlar sevgili İŞİD kafalı şeriatçılar Mevlana size yaramaz. Şiirlerini bilmediğiniz bir adamı sevip sahiplenmeyin sizin itikadınıza göre Mevlana katli vacip bir kâfir. Hele sabredin son mısraya bir gelelim.
"Aşkın dilinde birdir, yakinla bigane,"
Sonra aşkın dilinde gerçek ve kesin bilgiye sahip olanla etrafta ne olup bittiğinin bile farkında olmayan aynıdır diyor.
"Yarin vuslat meyini sunanlar mezhebinde,"
Vuslat meyi nedir? Tabii ki vasıl olmanın sarhoşluğu... Peki neye vasıl olma? Hakk'a Allah'a kavuşma yani. Pek çok sufi şair Allah'a kavuşmayı zühd ile kendinden geçmeyi şarabın verdiği esrikliğe benzetir. Böyle bir metafor kullanır amaa.... Mevlana bambaşka bir metafor atar ortaya şeb i arus yani "düğün gecesi" Mevlana'nın "Şeb-i Arus" diye somutlaştırdığı şey Allah'a kavuşma ölüm vakti yani tenlerin bir olduğu zifaf var. Mevlana zahiri teninden kurtulup Allah'la bir olmayı iki bedenin birleştiği zifafa benzetiyor. Mevlana burda kantarın topuzunu kaçırıp mecazın da canına okuyor. Allah'la gerdeğe girmeyi kast ediyor resmen. İslamcılarca bu kadar sahiplenilen birinin şu metaforlarına bak ne kadar ironik. Veeeee en sonunda Mevlana dilinin altındaki baklayı çıkarıveriyor! Bakınız son mısrada ne diyor:
"Ayrı gayrı olmaz, birdir, Kâbeyle puthane!"
İşte bu Allah'la arasına Kâbe denen şefaat nesnesini bile sokmayan Mevlana burda Kâbe'yi de puthaneyle bir görüyor. İşte onun büyüklüğü de buradaydı. Allah'la arasına şefaatçi kabul etmiyor. Velev ki bu şefaatçi Kâbe olsun. Tam 8 asır önce hem de. 8 asır sonra Allah'la arasına şefaatçi arayanlarla dolacak Mevlana'nın memleketi. Ne tuhaf ne ironik! Sevgili şeriatçılar Mevlana size fazla hem de çok fazla bence hiç zorlamayın. Mevlana’yı sahipleneceğim diye şu an yaşasaydı kafasını kesmek için sıraya girerdiniz hem vallahi hem billahi.

12 Eylül 2014 Cuma

UNUTMA, UNUTTURMA!



Theorodios Kolokotronis, 1824’te Mora’da bir caminin imamını öldürtür. Bugün Yunanistan’da o caminin bulunduğu caddenin adı Theorodios Kolokotronis Caddesi’dir. Ne hissettiniz? Size yalan söyledim. Ne Theorodios Kolokotronis bir imamı öldürtmüş ne de öyle bir cadde adı var. Ama Sadrazam Ali Paşa diye biri var hepi topu bir ay sadrazamlık yaptı ve yaptığı en büyük icraat Rum patriğini patrikhanenin kapısında astırmak oldu. Patrikhane’nin bulunduğu caddeye ise Sadrazam Ali Paşa Caddesi adı verildi. Şimdi ne hissettiniz? Hisleriniz farklı mı?

Tarihte hiçbir ulusun “Benim tarihimde tek bir katliam yaşanmadı, ben hiçbir zaman hiçbir etnisiteyle kavgaya tutuşmadım ve katliam yapmadım” diyebileceğini zannetmiyorum. Geçmişte işlenen cinayetler, geçmişte yapılan katliamlar, neden unutulmuyor, bu defterler neden kapatılmıyor? 100 yıl önce yaşanmış bir olayın bugün kavgalara neden olması, bu defterlerin kapatılamamasının nedeni geçmişte değildir. Neden bugünkü tutumdadır. Neden keçi inadıyla geçmişte yapılmış zulmü ve katliamı inkar eden devlet politikalarıdır.

Sene 1943 İkinci Dünya Savaşı devam ederken tüm dünya, özellikle Avrupa kan kusmaktadır. 20 Nisan-13 Mayıs arasında Polonya, Varşova’da on binlerce Yahudi katledilir. Alman işgalinin son bulmasından sonra Varşova’daki bir meydana Yahudi anıtı dikilir.

Tarih 7 Aralık 1970 Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, Polonya’ya gider. Varşova’daki anıtın önünde diz çöker ve Yahudi Soykırımı için özür diler.

 “Hâlâ bana o hareketimi soruyorlar; Bunu daha önce planladın mı? Kesinlikle hayır. Etrafımda duran gazeteci ve foto muhabirleri kadar yakın arkadaşlarım da şaşırmıştı. O davranışımı planlamadım, fakat Wilanow Sarayı’nda geçirdiğim gece gettodaki anıtın önemini düşündüm. Alman tarihi ve milyonlarca kurban için söyleyecek söz bulmakta zorlanmış, dizimin bağları çözülmüştü.”

Almanya, Nazi kurbanları için hatırı sayılır miktarda tazminat ödedi. Yılın birkaç gününü Yahudi soykırım kurbanlarını anmaya ayırdı. İşte bugün Almanya bu yüzden büyük bir devlet. Almanya’yı Hitler’den devralanlar aynı kafayla gitseydi, bugün Almanya Almanya olamazdı.

Brandt diz çökünce Polonyalı Yahudiler’in içinde yıllarca biriken kin yok oldu, hınç yok oldu. Almanya geçmişte bazı topluluklara karşı girişilen katliamlar, toplu yok etmelerle yüzleşti. Bunları kabul etti, bütün topluma da kabul ettirdi. Hatalarını inkarın değil de onarmanın peşine düştü ve bugün büyük bir devlet oldu. Almanya Holokost’u asla unutmadı, unutturmadı. Eğer Almanya bunu unutsaydı yeni holokostlara yeni katliamlara davetiye çıkarmış olurdu.

Almanya büyük felaketi unutmadığı için bir daha büyük bir felaket yaşanmadı. Almanya ırkçılardan nefret eder. Söz gelimi bir ırkçı Alman, Yahudi bir gazeteciyi kafasından vurup kaçsa bunun alçakça bir saldırı olduğunu tüm Almanlar söyler. Eğer bir Alman siyasetçi kalkar da böyle bir durumda “Canım milliyetçi bir gencin yanlış tepkisi”dir derse onun siyasi hayatı biter. İnsan içine çıkamaz. O adama Almanya’yı dar ederler. Hele hele bu katil üzerine mesela mavi bir kazak giymiş olsa… Sonra da bu gazetenin bir haberi üzerine birileri çıkıp “Mavi kazaklarımızla sizi takip ediyoruz. Evet sizi tehdit ediyoruz.” dese direk hapse girer.

Ya da Almanya’da 16 yaşında bir çocuk Müslüman bir din adamını vursa, sadece o çocuk hapse girmez. Olay adamakıllı araştırılır. Ona tabancayı temin eden, o çocuğu dolduran, aklına giren hep ortaya çıkarılır. Onlar da hapse girer hatta çocuktan daha fazla ceza yer ki olması gereken de budur. Ayrıca çocuk polis tarafından götürülürken Ağabeyi: “İsa yücedir de! İsa yücedir de!” diye bağırsa bu şekilde cinayeti meşrulaştırma arayışı içinde olsa o da yargılanır. (Santoro’yu öldürüken götürülen gencin ağabeyi “Allahu ekber, de! Allahu ekber, de!” diye bağırıyordu.)

Türkiye Dersim katliamını unuttuğu için 6-7 Eylül vahşetini yaşadı, 6-7 Eylül vahşetini unuttuğu için Maraş katliamını yaşadı, Maraş katliamını unuttuğu için Sivas katliamını yaşadı, Sivas katliamını unuttuğu için Roboski’yi yaşadı, Roboski’yi daha şimdiden unuttuğu için de başka katliamlar yaşamaya aday.

Şu halde bizlere (öğretmenlere ve öğretmen adaylarına) büyük bir görev düşüyor. 6-7 Eylül katliamı, Sivas katliamı, Roboski katliamı gibi olaylar ortaöğretimde ders kitaplarına girmelidir. Girmelidir ki bir daha yaşanmasın! Sadece etnisitelere değil işçilere yönelik katliamlar (Tuzla ve Soma katliamları gibi) ders kitaplarına girmelidir, girmelidir ki tekrarı olmasın! Sorumlular cezalandırılmalıdır, yargı önünde hesap vermelidir. Aksi takdirde ne barışı ne huzuru buluruz.