23 Ekim 2017 Pazartesi

İLKEL (!) İNSANIN ŞAŞIRTICI AKILLILIĞI VE MODERN İNSANIN HUDUTSUZ APTALLIĞI



 Önce bir masal anlatayım, masalın gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. Tamamen kurgu ve uydurmadır. Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir ülkede deli bir padişah varmış. Sultanın etrafı yalakalarla doluymuş ve onu öve öve tanrı kertesine çıkarmışlar. O ülkede bir yere gelmek için yetkin olmak, iş bilmek değil sultana yalakalık yapmak geçer akçeymiş. Adam da zaten narsistliğe biraz meyilliymiş ve iyiden iyiye başı dönmüş, kendini kaybetmiş. Bu adam sadece padişah değil aynı zamanda, doktor, jinekolog, iktisatçı, peyzaj mimarı, din adamı, mühendis, diyetisyen… her şeymiş. Her şeyi bilirmiş. Halkın kaç çocuk yapacağını, ne yiyip ne içeceğini, nasıl giyineceğini, ne konuşacağını ne konuşmayacağını hep kendisi emredermiş. Hatta bir ara iyice coşup Müslüman şunu yapmaz, bunu yapar diyip ( çok çok affedersiniz ) halkın nasıl sitişeceğine bile karışmaya başlamış. Kendini en iyi iktisatçıdan daha iyi iktisatçı sanan bu adamın ülkesinde ekonomi berbatmış, insanlar işsiz geziyormuş. Kendini en iyi mimardan iyi mimar sanan bu padişahın ülkesinde yaptırdığı köprüden kimse geçmezmiş, tutar rant kokusunu aldığı an ağaçları keser millete nefes alacak alan bırakmazmış. Sultan her şeye kendisi karar verdiği halde işler kötüye gidince vezirlerini suçlar o vezirin bu vezirin kellesini istermiş. O sırada da sultanı öve öve göklere çıkarıp başının dönmesini sağlayan onu adeta delirten vezirler ağlar, sızlanır kendilerine haksızlık yapıldığını söyleyip feryat edermiş. Biri de olan biteni kenardan izleyip “oh” çekermiş. Madem o padişahı delirttiniz, zorbalaştırdınız hakkınız budur, dermiş. Masal da burda bitmiş. Gökten üç kelle düştü, biri o yalaka vezirin, biri şu yalaka vezirin, beriki de bu yalaka vezirin…
Elimde olsa ülkenin tüm liselerine bir ders koyar dünyanın değişik yerlerindeki “ smögasbörd, askıda kahve, free hug, o…pu yürüyüşü, kayta… ” gibi farklı görenekleri insanlara öğretirdim. İnsanları gerçekten düşünmeye sevk eden, onlara daha geniş bir bakış açısı kazandıran, “Demek böyle de oluyormuş” ya da “Bunu daha önce düşünmemiştim ama ne kadar da doğru” dedirten olay ve durumlar var gerçekten. Kendi kültürümüzü dünyanın merkezine koymak ( egosantrizm ) gerçekten bizi gülünç duruma düşürür. Hoş ülkemizde egosantrizm ve etnosantrizm birer meziyet gibi algılanmaktadır ama modern dünyada bunların birer meziyetten ziyade handikap oldukları kabul edilmektedir. Egosantrizmin ne kadar gülünç olabileceğini anlatan bir anekdotu yazımıza girizgah edelim: Hepinizin bildiği gibi büyük savaşların yapıldığı yerlerde şehitlikler olur, bazı çok büyük mezarlar olur. Bunlardan bir tane de Güney Kore’de var. Bu mezarlıkta Kore Savaşı’nda ölen Amerikalı ve Güney Koreli askerler var. Bir gün dedesi ya da babası Kore Savaşı’nda ölen ABD’li bir turist, bu mezarlığı ziyaret eder ve mezarlardan birinin üstüne bir demet çiçek bırakır. Korelilerde mezarlığa çiçekle değil pirinçle gitme geleneği vardır. Birkaç adım ilerisinde bir Koreli bir tas pirinci bir kabrin üstüne bırakır. ABD’li gülerek Koreliye der ki : “ Seninki o pirinci yiyecek galiba? ” Koreli sakince yanıtlar: “Seninki çiçeği kokluyorsa benimki pirinci niye yiyemesin ki? ” Korelilerle başladık ama bu yazıda Korelilerden değil Afrika’da yaşayan Buşmanlardan bahsedeceğim.
Buşmanlar, Afrika’nın güneyinde yaşayan avcı - göçebe topluluklardır. Bunlar, dünya üzerinde az bulunan eşitlikçi toplumlardan biridir. Zaman zaman, kimi antropologlar bu “ ilkel ” (!) toplulukları içlerine girip onlardan biriymiş gibi gözlemlerler. Bu “ ilkeller ” şaşırtıcı derecede misafirperver, riyasız, içten, dost canlısı olurlar. Bugüne değin bir süre ( bu süre bazen bir yılı geçer ) onları gözlemlemek amacıyla            “ ilkellerle ” kalan hiçbir antropolog, ne bir şeyini çaldırmış ne ne biriyle tartışmış, hiçbiri beraber kaldığı kabile üyeleriyle en ufak bir sorun yaşamamıştır. Şimdi size Antropolog Marvin Harris’in “İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar” kitabından bir pasaj aktarayım:
          “Toronto Üniversitesi'nden Profesör Richard Lee Kalahari Çölü çevresindeki Buşmanları izleyerek onların neler yediklerini gözlemlemektedir. Buşmanlar işbirliğine çok yatkındırlar ve Lee onlara minnettarlığını göstermek ister, ancak elinde onlara normal diyetlerini ve etkinlik modellerini bozmaksızın verebileceği hiç bir şey yoktur. Noel yaklaşırken Lee, Buşmanların bazen tecim yoluyla et aldıkları köylerin yakınındaki çölün sınırında olasılıkla kamp kuracaklarını öğrenir. Bir Noel armağanı olarak onlara bir öküz vermek niyetiyle, cipiyle bir köyden ötekine gidip çevreyi dolaşarak satın alabileceği en büyük öküzü bulmaya çalışır. Sonunda Lee, uzak bir köyde, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı inanılmaz büyüklükte bir hayvan bulur. Bir çok ilkel topluluklar gibi, Buşmanlar da yağlı etin özlemini çekerler, çünkü onların avlama yoluyla ele geçirdikleri hayvanlar genellikle yağsız ve sıskadırlar. Lee kampa dönerken, Buşman dostlarını bir kenara çekerek onlara teker teker yaşamında gördüğü en büyük öküzü satın almış olduğunu ve onu Noel'de onlara kestireceğini söyler.
          İyi haberi duyan ilk adam açıkça telaşa kapılır. Lee'ye, öküzü nerede satın aldığını, ne renk olduğunu, ve boynuzlarının büyüklüğünü sorar ve sonra başını sallar. "Ben o öküzü biliyorum" der. "Tuhaf şey, o hayvan bir deri bir kemiktir! Böylesine değersiz bir hayvanı siz her halde sarhoşken satın almış olmalısınız !" Lee arkadaşının hangi hayvandan bahsettiğini gerçekten bilmediğinden emin olarak, başka birkaç Buşman'a konuyu güvenle açar, ama hep aynı şaşkın tepkiyle karşılaşır: "Siz o beş para etmez hayvanı mı satın aldınız? Elbette onu yeriz ama o karnımızı doyurmaz. Yeriz, ama eve yatmaya boş midelerle gideriz." Noel geldiğinde ve nihayet öküz kesilince, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı olduğu ortaya çıkan hayvan büyük bir zevkle yutulurcasına yenir. Ortada herkes için yeterinden fazla et ve yağ vardır. Lee yine arkadaşlarına yönelir ve onlardan ısrarla bir açıklama ister. Durumu kabul eden bir avcı şöyle der, "Evet, biz elbette öküzün nasıl bir hayvan olduğunu gerçekten biliyorduk. Ama genç bir adam çok etli bir hayvanı öldürünce kendisini bir şef ya da büyük adam sanmaya başlar ve geriye kalan bizleri kendisinin hizmetçileri ya da kendisinden aşağı kimseler olarak görür. Biz bunu kabul edemeyiz. Biz böbürlenen birini reddederiz, çünkü bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. Bu nedenle biz her zaman onun hayvan etinin işe yaramaz olduğunu söyleriz. Böylece onu sakinleştirir ve yumuşak başlı yaparız." 
Avcının sözleri ne kadar doğru: “…bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. ” İşte biat kültürünün insanı getireceği nokta budur! Hiç kimse diktatör olmak amacıyla bir işe girişmez, çevresindekiler onu diktatör yapar. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük sürekli onu pohpohlamak, ona biat etmektir. Biat edilenin sonunda başı öyle bir döner, öyle bir kibre saplanır ki… Kendisine biat edenleri bile öldürür. Kendini tek hâkim, tek efendi olarak görür, rahatlıkla şu da denebilir ki bu kişi artık kendini tanrı olarak görür. Sürekli övgü, sürekli şak şak bir dereceden sonra herkesi aptallaştırır. İşte bu aptallık da hem onun hem de etrafındakilerin mahvını getirir. Bir zorba da eni sonu insandır ve takdir edilmek beğenilmek de insan ruhunun bir gıdasıysa bunu elbette bir diktatör de isteyecektir. Bunu istemekle beraber diktatör insanları sevmez, onlara güvenmez, kimseyi beğenmez, ruhsal bir cimridir ve bu hiç kimseye vermediği şeylere de çok açtır. Oburca bir tutkuyla sevilmek, beğenilmek, hayran olunmak ister. Her durumda ve her zaman sözlerine koşulsuz, sorgusuz sualsiz itaat ister. Bu neden böyledir? Çünkü sürekli övgüyle, sürekli şak şakla ruh sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Diktatör artık dizginlenemez bir hal alır. Azdıkça azar, coştukça coşar. Etrafa büyük bir tahribat verdikten sonra Dr. Frankenstein’ın ucubesi misali döner kendini yaratanlara da saldırır. O saatten sonra da hiçbir ahmak kendi yarattığı canavarın kendisinin başını yemesine seslenemez, seslense de fayda etmez.



20 Ekim 2017 Cuma

İYİLİK MELEKLERİNİN GERÇEK YÜZÜ





Yollarda perişan vaziyette dilenen Suriyeliler… Kendi açlarımız, kendi sefillerimizi doyurabildik de Suriyelilere bakmak kaldı. İş sahası açılmıyor, demokrasi rafa kaldırılınca yabancı yatırımcı da gelmiyor; sonuç korkunç boyutlarda bir işsizlik, açlık sınırının altında yaşayan milyonlar, enflasyon, toplumsal buhran hali, suç oranlarında patlama… Ama bazıları için ne gam! Koltuğu sağlama alsın da memlekete ne olursa olsun. Türkiye zaten fakir bir ülke CHP asgari ücreti 1.500 yapma vaadinde bulununca “ Kaynak yoeeek! ” diye kıyametleri koparanlar, sınırı sebil ettiler Suriyeli geliyor, Arakanlı geliyor, Sincanlı geliyor, Afgan geliyor… geliyor da geliyor… 1.500 TL için kaynak yok ama milyonlarca sığınmacıyı besleyecek kaynak var. Olayın ekonomik boyutu var bir de vicdani boyutu var. İkisine de değinelim.

Kendi vatandaşını bile doyuramayan Türkiye, bu göç dalgasıyla gelenlere nasıl baksın? Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ( çok affedersiniz adeta para s.çan) zengin ülkeler sıfır mülteci alırken; kendi vatandaşını beslemekten aciz Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi kabul etmesi hangi akılla, hangi vicdan, izan ve insafla açıklanır? Kesinlikle Suriyeli sığınmacı kabul etmeyen Suudi Arabistan’ın kişi başına düşen milli geliri 54 bin 78 dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise kişi başına düşen milli gelir 67 bin 696 dolar, bu rakam Kuveyt’te 71 bin 263 dolar iken – sıkı durun -  Katar'ın milli geliri, 129 bin 726 dolar. Kişi başına düşen milli geliri ABD’den bile daha yüksek olan, inanılmaz zenginliğiyle göz kamaştıran İsviçre var ya İsviçre, onun bile kişi başına düşen milli geliri 59 bin 375 dolar. Yani Katar’ın milli gelirinin yarısından daha az! Sınırı yol geçen hanına dönmüş Türkiye’de bu rakam 10.807 dolar. Bazı zevat sınırda durmuş: “ Gel, gel, kim olursan ol; ne olursan ol gel! İster Suriye’den, ister Afganistan’dan, ister Çin’den, İster Burma’dan gel! ” diyip duruyor. Türkiye’nin böyle bir görevi mi var? Dünya’nın öbür ucundan taa Çin’den gelen sığınmacıları neden Türkiye alıyor? Diğer Müslüman ülkeler neden elini taşın altına sokmaz?

Zaman zaman Burma da gündem oluyor. Son Kurban Bayramı’nda olduğu gibi. Müslümanların Burma’da zulüm görmemesi için bin bir türlü yol var. Burma’ya yaptırımlar uygulanır, BM’den müfettişler gider, yönetim baskı altına alınır vs. Burma’dan Müslümanları kaçırmaya çalışmak ise ancak son çare olabilir ki bu kaçışı da herkes yapamaz. Günlerce aç, susuz, perişan yol alan yaşlılar, bebekler zaten yollarda kıvranarak ölür. Aylan Kurdi’yi hatırlayın. Suriye’den kaçan sığınmacılardan ölen bir tek o mu oldu sanıyorsunuz? Ya da sadece Ege’de mi insanlar öldü? Suriye’den Türkiye’ye kaçarken yollarda yaşlılar ve bebekler ölmedi mi? Konuyu fazla dağıtmadan devam edelim Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, hatırlarsanız Bangladeş’e kaçmak isteyen Arakanlı Müslümanlar için Bangladeş’e ne önermişti:  "Kapılarınızı açın, ne kadar masrafınız varsa biz karşılayacağız" acaba Çavuşoğlu bu masrafları kendi cebinden mi karşılayacak? Hani sadece merakımdan soruyorum Çavuşoğlu sadece bir aylık maaşını Arakanlılara vermiş mi? Erdoğan bin odalı sarayında kaç tane Suriyeli mülteciyi barındırıyor? Bütün bunların faturası kendini doyuramayan aç halka kesiliyor. Hani Erdoğan 17 – 25 Aralık’ta sıfırlama tapeleri, ayakkabı kutularına istiflenmiş paralar vs. ortaya çıktığında Gülen’le kavga ederken “Allah bes, bâki heves” demişti. Madem sadece Allah’ın rızasını düşünüyor ve dünya malına hiç önem vermiyor, o zaman dudak uçuklatan servetini Türkiye’ye gelen mülteciler için bağışlasın da görelim o  “Allah bes, bâki heves” lafının ne kadar samimi olduğunu. Erdoğan’ın, Erdoğan’ın çocuklarının ve eşinin serveti Türkiye’ye gelen mültecilerin büyük bir kısmının ihtiyaçlarını karşılar. Sadece o mu Melih Gökçek, oğlu yurtdışında kumar oynarken resimleri çekilen Binali Yıldırım gibi zengin AKP’liler devletin parasına dokunmadan kendi servetlerinden verseler tüm mültecilere bakacak para çıkar. Buyrun haydi. Ne de olsa sizin için “Allah bes, bâki heves”

Aslında bu yazıyı yazmaya beni iten ne oldu? Bugün iş aramaya çıktım, güzel giyindim iş başvurusu yaptım ama burdan da bir şey çıkmadı. Eve dönerken kaldırımda çarşaflı iki kadın vardı, yanlarında da bir küçük çocuk… Kadınlardan biri avucunu açarak yaklaştı para istedi. Tabii ki işsiz olduğumdan dolayı bir şey veremedim, uzaklaştım. Çok bozuk bir Türkçe ile “abi” demeye çalışan başka da bir şey demeyen kadın ve yanındakiler büyük ihtimalle Suriyeli. Bir süre mülteci kampında kalıyorlar ama ne durumda balık istifi vaziyette, pisliğin içinde, kimileri taciz ediliyor kampta kalmak için seslerini çıkaramıyorlar. Eni sonu kamptan ayrılacaklar tabii. Bu sefer ne oluyor? Dilenenlerin zaten haddi hesabı yok. Daha ne durumlara düşüyorlar… Çocukları gözünün önünde açlıktan ölecek duruma gelen Suriyeli anne fuhuş yapıyor. Dört çocuk anası böyle bir duruma düşmüş. Onlara insanca bir yaşam sağlayabiliyorsan al da bu durumlara düşüreceksen alma bu insanları. Bırak onurlarıyla ölsünler. Eminim onların çoğu da bu şekilde yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. Artık bu duruma düşürülen insanlara yapılan iyilik değildir.

Ayrıca yalnızca Suriyelilere, Arakanlılara, Sincanlılara, Afganlara bakmak iyilik yapmak mıdır? Yani mesele birilerinin zulme ve haksızlığa uğraması mı yoksa zulme ve haksızlığa uğrayanların Müslüman olması mıdır? Daha açık konuşalım niyet iyilik yapmak mı yoksa iğrenç bir İslamcılıkla Müslümanlara sahip çıkıyorum, diye görünerek insanların gözünü boyamak ve koltukta kalmak mı? Niyetin ne olduğunu Sudan’da daha dün denebilecek kadar yakın bir sürede yaşanan katliam karşısında Suriye için timsah gözyaşı dökenlerin takındığı tutum gösteriyor. Sudan’da 2003 – 2009 yılları arasında Sudan Hükümeti’nin desteklediği silahlı Müslüman gruplar çoğunluğu Hristiyan az bir kısmı da yerel dinlere inanan Afrikalılara karşı katliam, işkence, tecavüz ve yağmaya girişti. BM raporlarına göre savaş suçu nedeniyle toplam 300 bin insan ölmüş ve evleri yakılıp yıkılan 2 milyon 700 bin insan mülteci kamplarında toplanmıştır. İşkence, tecavüz ve katliama uğrayanlar Müslüman olmayınca AKP sesini bile çıkarmadı. Katliamın ne kadar korkunç olduğuna dair bir örnek verelim BM Sudan temsilcisi Mukesh Kapila, 2004 haziranında  hükümet yanlısı Arap milislerin, halka sistematik olarak tecavüz ve işkence uyguladığını söylemekle beraber bir kasabada iki saat içinde 100den fazla kadına tecavüz edildiğini de rapor etmiştir.[1] Arap milisler, hükümete bağlı hava güçleri tarafından bombalanan kasabalara saldırılar düzenliyordu. Milisler yağmacılık, tecavüz ve cinayeti en iğrenç şekilde yapıyor, gözlerinin önünde kocasını, babasını ve çocuğunu öldürdükleri kadınlara tecavüz ediyorlardı. Hatta olaylar 2009’da da son bulmadı. Eskisi kadar yoğun olmasa da zulüm hâlâ sürüyor.  İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW) raporuna göre Sudan askerleri tarafından 2014 Ekim'inde iki gün içinde en az 221 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi.[2]

Ömer el-Beşir 2009’da Türkiye’ye gelmiş Erdoğan ve ABDullah Gül tarafından ağırlanmıştı. Ellerinden kan damlayan Ömer el-Beşir’in Türkiye’ye gelmesine ilişkin eleştirilere Erdoğan’ın yanıtı ise “ Bir Müslüman soykırım yapmaz ”  olmuştu. Yorumu sizlere bırakıyorum.


[1] http://bianet.org/biamag/insan-haklari/37287-sudan-soykirim-ve-etnik-temizlik
[2] https://www.youtube.com/watch?v=lnwrrHRu6LI

18 Eylül 2017 Pazartesi

15 TEMMUZ’DA BAŞARISIZ BİR DARBEYİ ABD NEDEN İSTEDİ?




Bir seneyi aşkın süredir kafamda bir soru dönüp duruyor.  Sorudan önce gelin geçen yıl 15 Temmuz’da neler olmuştu bir hatırlayalım. Çankaya taraflarında oturanların ifadesine göre gecenin bir vakti birden korkunç gürültüler kopmaya başladı. F 16’lar TBMM’yi vurdu ama tek milletvekilinin burnu bile kanamadı. F 16 pilotları gerizekalı mıydı yoksa görme engelleri benimkinden de fazla mıydı? O kadar yakından, alçaktan uçup da mecliste milletvekillerinin olduğu yeri vuramayacak da orayı burayı vuracak. Ulan ben dokuz derece miyop gözlerimle bu hatayı yapmam, kaldı ki ben çürüğüm askerliğe elverişli değilim. Haydi bir hata yaptı yanlış yeri vurdu, sonra gidip doğru yeri niye vurmuyor? Bu arada bizim havacıların İsrailli pilotlara eğitim verdiğini de hatırlatırım. Bu işte bir tuhaflık vardı.

Bir başka saçmalık darbe sırasında meclise bomba atılmaz. Meclis lağvedilir, vekiller derdest edilir ama halkın desteğini kazanması gereken darbeciler meclisi bombalamak gibi bir salaklığı asla yapmaz. Neden yapsın ki? Bunun hiçbir yararı olmamasını bırak bu kendi bacağına kurşun sıkmaktır. Halkta darbeyi yapana karşı nefret uyandıracak böyle bir şeyi darbeciler neden yapıyor? Bu yapılan akıl alır gibi değil. 

Yine akıl havsala almaz bir şey Erdoğan’a suikast yapılacaksa bu önce olur, gözler oraya döner ve daha sonra diğer olaylar patlak verir. Önce darbe başlatılıp sonra suikast yapılmaz, böyle bir saçmalık nerde olmuştur ki? Bir başka gariplik Erdoğan yerini belli ediyor görüntülü telefon konuşmasıyla TV spikerine bağlanıyor konuşuyor. Uçakla kalkıp Marmaris’ten yola çıkıyor ve tek bir F 16 pilotu o uçağı düşürmeye yeltenmiyor. Hani niyetleri Erdoğan’ı öldürmekti?

Köprünün bir tarafı kapatılacak da diğer tarafı kapatılmayacak, bu nasıl bir saçmalık? TV kanallarına iki üç asker gönderilecek, linçle öldürülmekten zor kurtuldular zaten.  Yahu üç beş kişiyle darbe mi olur sen kaç kişi topladığını bilmiyor musun? Tankın, makineli tüfeğin bin türlü ordu silahının önüne sivil halk nasıl sorumsuzca sürülür olacak iş mi? Mantıksızlıkları gariplikleri ne kadar saysak bitiremiyoruz. Darbeyi yapmaya kalkışanlar darbe olmasın diye gereken her şeyi yaptı.

Şimdi kendimizi kandırmayalım. 12 Eylül’den sonra ABD’de “Our boys did it!” ( Bizim çocuklar başardı! ) denildiğini hepimiz biliyoruz ve biliyoruz ki ABD izin vermeden Türkiye’de darbe falan olmaz. Ancak şu da var ki ABD darbe olmasını isteseydi bu kadar aptalca bir darbe yapılmazdı kaldı ki bilmemkaç yerdeki başarılı darbeyi organize eden ABD darbe konusunda profesyoneldir, bu salaklıkları asa yaptırmaz. O zaman akla gelen ihtimal şu oluyor: Bu sahte bir darbe ABD başarısız bir darbe girişiminin olmasını istedi ve yaptırdı. Şimdi gelelim kafamda dönüp duran soruya: ABD neden Türkiye’de başarısız bir darbe girişiminin olmasını istedi? Amaç neydi?  

ABD defalarca kez aynı oyunu sergiledi. Önce bir ülkenin başına birilerini getirdi, kişinin bütün rakiplerini illegal yollarla silmesine göz yummayı bırak adeta yardım etti. Bu kişi tüm yetkileri elinde toplayıp gitgide otoriterleşirken ses çıkarmadı ve ülkeyi onun avucuna teslim etti. Sonra işler kıvama gelince, birden bu kişinin diktatör olduğunu söyledi, tabii bunda kendisinin hiç payı yoktu. Sanki o kişiyle düne kadar can ciğer kuzu sarması değilmiş gibi, sanki her şeyi beraber yapmamışlar gibi o kişi aleyhine tüm dünyada kamuoyu yarattı. Bu diktatörü, bu kötü adamı tüm dünyaya rezil rüsva ederken adam da ağzını açıp “Ulan ne yaptıysak beraber yaptık” diyemiyordu tabii. ABD bu kötü adamı vurarak onun tebaasına da iyilik edeceğini, ülkeyi bu diktatörden kurtarıp insanları özgürleştireceğini söyledi. Diktatör gitti, gitmesine gitti ama yığınla masum insan çoluk çocuk da gitti, iyi kötü yerleşmiş bir düzen de gitti ve ülke kaosun içine düştü. Sonunda da o ülke parçalandı. Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da ve Suriye’de birbirine çok benzer filmleri izledik. Senaryo yazıldı hazırlıklar yapıldı ve iş kıvama gelince müdahale başladı.

Bir örnek vermek gerekirse sene 1990 Irak’ın Kuveyt’le arası iyiden iyiye bozuk ki bu bozulmanın nedenleri ve detayları ayrı bir yazının konusu olur. Bizi ilgilendiren konu Irak’la Kuveyt’in arası bozulduktan sonra olanlar. Irak, Kuveyt’i işgale hazırlanıyor ve bunun için de ABD’den icazet istiyor. Irak Lideri Saddam Hüseyin, Kuveyt'i işgal etmeden bir hafta önce ABD'nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie ile bir görüşme yapıyor. Bu görüşme sırasında Büyükelçi Glaspie, Irak liderine, Kuveyt sınırındaki Irak askeri yığınağını anımsatıyor ve "Düşünceniz, planlarınız ne?" diye soruyor. Hüseyin de Kuveyt’i vurma düşüncesinin olduğunu çıtlatıyor. ABD Büyükelçisi ise “Araplar arası işlerde taraf olmayız" diyor.[1] Irak Lideri bunu duyduğuna son derece memnun bir şekilde  "Başkan Bush'a sıcak duygularımı iletiniz" diyor. Görüşme sonrasında halen geç değil Bush bir telefon etse Irak, Kuveyt’i işgal etmeyecek ama; ABD, Irak Lideri’ni uyarmak şöyle dursun,  “Araplar arası işlerde taraf olmayız" diyerek adeta savaşa teşvik ediyor. Sonrasını hepimiz biliyoruz, Irak Kuveyt’i işgal ediyor, ABD birden cevval bir şekilde Irak’ın Kuveyt’ten çıkmasını istiyor. Irak Kuveyt’i işgal etmiş, bir gün sonra da ilhak etmiş. Kuveyt, zaten Irak’ın bir parçasıydı diyor. Bütün dünyanın gözü önünde Kuveyt’ten çıksa olmaz, artık hiçbir zaman ciddiye alınmaz, bu olay asla unutulmaz, ABD istediği zaman istediği ültimatomu verir ve Irak yapmak zorunda kalır, ABD tarafından içişlerine sürekli müdahale edilir. Eni sonu ABD yine bir bahane bulur ve sonuçta yine savaş gelir biraz geç gelse de sonuç aynı olur. Yani Kuveyt’ten çıkmanın faturası epey pahalıya patlar. Kuveyt’ten çıkmasa netice aynı, bu durumda da aynı bedel ödenecek. Irak da Kuveyt’ten çıkmadı ve o korkunç savaş, ölenlerin sayısını tam olarak kimsenin bilmediği o korkunç savaş başladı. İnanılmaz bir yıkım, vahşice bir katliam, kadınlara ve kız çocuklarına kocaların, babaların, kardeşlerin önünde tecavüzler, esir edilen Iraklıların çırılçıplak soyulması, elbise giymelerine izin verilmemesi, kiminin boyunlarına tasma takılarak gezdirilmesi, aşağılanarak hem fiziksel hem de ondan bin beter psikolojik işkence görmeleri. Bin türlü pislik ve alçaklık.

Sonuçta ABD: “Bana ve şirketlerime falanca faydaları sağlayacağı için şuraya askerî müdahale yapmam gerek. Şu şu çıkarlarım var. Bu çıkarı elde etmek için oraları vuracağım” demedi. Demez de. Önce ortalığı karıştırır sonra yapacağını yapar. Irak’ı vurdu, Suriye’yi karıştırdı ve kuklası olacak Kürdistan’ı kurmak için ilk adımları attı. Sırada Türkiye ve İran var. Kim olduğunu bilmiyorum ama Türkiye’den birileri sürekli olarak İŞİD’e yardım yaptı ve ABD, bunu görmezden geldi. Bu çok kullanışlıydı, bu sayede Türkiye Terörist devlet – haydut devlet – olüyordu ve bu durum ABD müdahalesi için meşruiyet kaynağı oldu. Önce ABD kendi de İŞİD’in arkasında durup Esat’ı devirecek gibi yaptı ama sonra birden İŞİD karşıtı koalisyon kurup Beşar Esat’ın yanında yer alarak İŞİD’e tonla yardım yapanları şaşırttı. Bütün o oluk oluk akıtılan tırlar dolusu yardım, masraf, kafa kesen hayvanları koruyup kollamak… bütün bu yapılanlar meğer Türkiye’yi suçlu duruma düşürüp rezil etmek içinmiş. 

AKP öncesi siyasette HDP ekolü dışındaki partiler hiçbir zaman PKK ile ya da başka br terör örgütü ile ilişki içinde olmakla suçlanmazdı. CHP ve MHP’yi PKK ile işbirliği içinde diye suçlamak akıl alır gibi değil. AKP bunu yapıyor hem de yıllardır. Türkiye’de yıllarca kullanılan kutuplaştırıcı, düşmanca dil, bizzat iktidar sahipleri tarafından yapılan nefret propagandası halkı iyiden iyiye bölmüş ve iç karışıklığın da zemini hazırlanmıştı ama hâlâ bir sorun vardı Suriye’nin güçlü bir ordusu yoktu oysa Türkiye’nin güçlü bir ordusu vardı. Gerçi birileri Balyoz, Ergenekon… vs. kumpaslarla orduyu iyiden iyiye zayıflatmıştı ama şöyle iyi bir temizlikle ordunun içinin iyice boşaltılması gerekliydi. İşte başarısız darbe girişimi sonrası bu da oldu. Kimi suçlu kimi suçsuz bir sürü subay ihraç edildi, tutuklandı, hapse girdi ve çok güçlü bir ordu bu başarısız darbe girişimi bahane edilerek kolay kolay belini doğrultamayacak hale getirildi.

Bunun ABD açısından bir güzelliği daha var ki o da şu: KHK’ larla işten çıkarmalar, memurluktan atmalar, suçlu suçsuz demeden yığınla insanı zindanlara atmalar, birilerinin emrindeki yargı… Bu da tabii ki bir ülkenin suç dosyasını iyice kabartacak. Hem de iç karışıklık çıkacak huzursuzluk artacak ve Türkiye belki de iç savaşa sürüklenecek. 15 Temmuz bahane edilerek kurulan “Kardeş Kal Türkiye” diye paramiliter, yasa dışı bir örgütün ateşli silahları olduğunu ve devletten destek gördüğünü, örgüt yöneticilerinin devletin kolluk güçleriyle irtibatları olduğunu >burada<  kanınız donarak hem de bizzat örgüt liderinin sözleriyle okuyabilirsiniz.  “Grup, Sağlık Bakanlığı sertifikalı ilkyardım, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü sertifikalı insansız hava aracı – drone kullanım eğitimleri alıyor.” Bu silahlı yasa dışı örgütün lideri bir akşam Ankara’dan yeni bir kımıldanmaya ilişkin bilgi geldiğini söyledi. “Arkdaşları aradım yok. Emniyet Müdürü’nü aradım, ‘öyle bir bilgi yok’ dedi. Sonra Allaha şükür durum müspet” dedi. Bu örgütün lideri hangi vasıfla Emniyet Müdürü’nü arayıp ondan bilgi alabiliyor? Bu korkunç bir şey devlet yasadışı bir silahlı örgütü destekliyor büyütüyor.Amaç belli Türkiye’yi iyice karıştırıp iç savaş çıkarmak, işte 15 Temmuz sadece ordunun zayıflatılmasına değil bir de buna hizmet etti. Bu yasa dışı silahlı örgüte muhalefet bile itiraz etmedi ve Türkiye’de Gezi olaylarında eylem yaparak demokratik hakkını kullanan insanlara satırla, sopayla saldıran alçak teröristleri görmüştük. Şimdi artık muhalefete tahammülsüz iktidara bağlı silahlı teröristler de türedi. Artık Türkiye uçuruma doğru son sürat gidiyor ve bizi ancak bir mucize kurtarabilir.  


[1] http://www.hurriyet.com.tr/abd-saddami-kuveyti-isgalde-cesaretlendirmis-16677100

17 Ağustos 2017 Perşembe

BİZ AFFETMİYORUZ ALLAH DA AFFETMESİN!





Erdoğan, iktidarının ilk 5 yılında insanların yaşam tarzına karışmıyordu ( daha doğrusu karışAmıyordu, henüz o gücü bulmuş değildi). Bununla beraber AKP kadroları yaşam tarzlarına karışılan kesimdi. Eşlerinin başörtülü olması sorundu, laikliği salt bir giyim kuşam tarzına indirgeyen sığ anlayış hakimdi. İnsanlar oruç tutmadığı için dayak yesin, günde beş kez cami hoparlörlerinden bas bas bağrılarak hasta insanlar, bebekler, yaşlılar huzursuz edilsin; Aleviler yetkili ağızlar tarafından “bunlar” diye adlandırılıp aşağılansın, Alevilere suikast yapan köpekleri savunan avukatlar makam verilerek taltif edilerek ödüllendirilsin  vs… durumlar yaşansın bunlar laikliğe aykırı değildi hatta hiç sorun değildi. Ama devlet adamlarından birinin eşi başına bir çaput bağlasın işte bu sorundu. Eleştirilecek yığınla şey varken işsizlik, yoksulluk, yolsuzluklar, çevre katliamları, her şeyin yabancılara hem de inanılmaz ucuza satılması, Unakıtan’ın bin türlü kepazeliğe rağmen yargılanmaması, hızlı trenin raydan fırlayıp bir sürü insanın ölmesi, PKK terörünün tekrar hortlaması, devlette partizan kadrolaşmalar, eğitim sisteminin yapboz tahtasına dönmesi, tarım ve hayvancılıktaki sıkıntılar… eleştirilmiyordu. Eleştirilen neydi? Devleti yönetenlerin eşlerinin giyim tarzı. Böyle aptalca ve sığ politikalar tabii ki AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. AKP Baykal’a ne kadar teşekkür etse azdır. 

2007’de ABDullah Gül’ün eşi sırf başörtülü diye, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek istemeleri büyük bir tepki çekti. Gerçi ABDullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını ben de içime sindiremiyordum ama benimkinin nedeni eşinin giyim tarzı değildi. Ben neden içime sindiremiyordum? Şu yüzden ABDullah Gül kayıp trilyon davasının bir numaralı sanığı olduğu için, yargılanıp aklanmadan cumhurbaşkanlığı makamına talip olduğu için. Ama muhalefet olağanüstü bir gerzeklikle bunu hiç sorun etmeden eşinin başörtüsünü diline doladı. Evet, muhalefetin tutumu nahoştu ama iktidarın da hiç uzlaşma aramayıp tek adayı dayatmasına ne demeli? Muhalefet büyük oranda hatalıydı bununla birlikte muhalefet kadar olmasa da iktidar da hatalıydı. İktidar da anlaşılmaz bir şekilde tek aday dayattı. Uzlaşma aramadı. İki tarafta da anlamsız manasız bir inatlaşma vardı. Bu inatlaşma kesinlikle tek taraflı değildi, iki taraflıydı. Ana akım medya sanki inatlaşma tek taraflıymış gibi, sanki tüm hata % 100 CHP’nin de AKP sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi bir algı yaratmaya uğraştı. ( Bu ikiyüzlülüğün cezasını da çektiler, pohpohladıkları AKP bir güzel canlarına okudu. Hatta birileri bu medya mensuplarına “Sizi tasmalarınızdan kurtardık” diyerek resmen “it” dedi.) Eh büyük oranda bu ikiyüzlü propaganda başarılı da oldu. AKP tek başına iktidar oldu, medyanın ve MHP’nin de desteğiyle ABDullah Gül cumhurbaşkanı oldu.  

Ordunun iç politikaya müdahalesi, kapatma davası vs.sıkıntılar başgösteriyordu. Parti kapatmanın çok kötü bir şey olduğu, demokrasiye aykırı olduğu vs. konuşulmaya sürekli parti kapatmanın asla olmayacak bir şey olduğundan dem vurulmaya başlandı. Parti kapatmanın ne kadar demokrasiye aykırı olduğunun propagandası yapılırken bir kişi de çıkıp demiyordu ki “Hukuk kuralları herkes için geçerli değilse o memlekette demokrasi yoktur. Eğer bir parti kurumsal olarak suç işliyor, organize bir şekilde yolsuzluk yapıyor, yolsuzluk yapanları yargıdan kaçırıyor ve demokratik rejimin altını oyuyorsa asıl o partinin kapatılmaması demokrasiye aykırıdır” diye. İkiyüzlülük bu ya AKP’ye kapatma davası açıldığında yeri göğü inleten aslan parçaları BDP’ye kapatma davası açıldığında sus pus olmuşlardı. Kapatma davası ve ABDullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı karşısında gösterilen direnç AKP’yi harekete geçmeye itti. Bir şeyler yapmalıydı yoksa çok sevdiği, uğruna Türkiye’yi yerle bir edebilecekleri iktidar ellerinden kayıp gidecekti. AKP asla koltuğu bırakmak istemiyordu. Cemaatle kirli bir ittifak yapıldı ve Ergenekon diye hayali bir örgüt yaratıldı, yan yana gelse birbirinin gırtlağını sıkacak kadar birbirine düşman, siyasi görüşleri birbirine 180 derece zıt insanlar aynı örgüte üye oldukları gerekçesiyle toplanıp içeri atılıyordu. Bunlar gözaltına alınırken çağırılmıyordu da, gecenin bir vakti evlerine polis geliyor, evin altı üstüne getiriliyor, bu kişiler kelepçelenerek, polis otosuna binerken kafalarına bastırılarak gözaltına alınıyordu. Masumiyet karinesi diye bir şey asla söz konusu edilmiyor, tutuklanan herkes suçlu ilan ediliyordu. Tutuklamalar kapatma davasının karşısında kükreyen aslan parçaları tarafından alkışlanıyordu. Bu antidemokratik ve keyfi tutuklamaları alkışlamak demokratlık, eleştirmekse teröristlikti. O sıralar Ergenekon tutuklamaları insanların ne kadar demokrat olduğunu gösteren bir turnusol kâğıdıydı: tutuklamaları alkışlayan demokrat, alkışlamayan darbeciydi. Rektörler, gazeteciler, yazarlar, bilim adamları, askerler, siyasetçiler… ne kadar AKP muhalifi kesim varsa bu Ergenekon denen torbanın içine atılıp götürülüyordu.  

Gülen Cemaati ve AKP iktidarı paylaşmıştı, AKP, Cemaat’in yardımıyla devletteki yerini sağlamlaştırmış, muhaliflerini hapse tıkıyorken Cemaat’in adamlarını da devletin çeşitli kadrolarına yerleştirmiş, partisine milletvekili olarak almış ve Cemaat’in yurtlarına, dershanelerine, şirketlerine, yurtdışı okullarına, Türkçe Olimpiyatları’na vs. her türlü kurumuna ve etkinliklerine destek veriyordu. AKP ile cemaat arasında huzursuzluk Ergenekon mitinin iyice suyunun çıkarılması ( aslında suyunun çıkarılması değil başka bir şey denir ya neyse) tutuklamaların ardı arkasının gelmemesi, ortamın bir türlü normalleşmemesiyle ve genelkurmay başkanının tutuklu yargılanması ile belirmeye başladı. AKP bu tutuklamalarla hızla prestij ve meşruiyet kaybediyordu, yavaş yavaş işi götürmek gerekliydi. Terörle yıllarca mücadele eden Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütü lideri olmakla suçlanıp tutuklu yargılanması da kamuoyunda infial uyandırmış, hatta Erdoğan ve Gül bile bazı demeçlerinde Başbuğ’un tutuklu yargılanmasının yanlış olduğunu söylemişlerdi. Bununla beraber asıl kırılma noktası burada oluşmadı.

Asıl kırılma noktası Mavi Marmara baskını idi. Mayıs 2010’da İsrail Gazze Şeridi’ne 3 yıldır ambargo uyguluyordu. Bu ambargoyu delip Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen insanlar bir girişim başlattı Mavi Marmara adlı gemi İstanbul’dan çıkıp Gazze’ye iaşe, ilaç vs. götürecekti. İsrail bu durumda gemiyi vuracağını söyledi. Önce Mavi Marmara’da kendine yer ayırtan, gideceğini söyleyen bazı AKP’li vekiller daha sonra bundan vazgeçti. Yani böyle bir saldırının büyük bir ihtimalle gerçekleşeceğini aslında onlar da biliyordu. Filistin’de yıllardır kan döken çoluk çocuk öldüren psikopatların elbette insani yardım gemisine saldıracağı öngörülebilir bir ihtimaldi ama ola ki saldırmazlarsa, ola ki böyle bir şeyi göze almazlarsa işte o zaman ümmetin lideri, “Allah’ın bütün sıfatlarını üstünde toplamış” Zilullah fi’l – Âlem’in yıldızı parlayacaktı. O vakit İslâm Dünyası’nın başına o geçecekti, haa olmadı da İsrail saldırdı mı ne gam? AKP ve Erdoğan gene mazlumu oynayacaktı gene mağdur edildik diyip oy devşireceklerdi. İsrail ordusunun, Mavi Marmara’ya sabaha karşı uluslararası sularda düzenlediği baskında 9 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Yaralılar hastaneye kaldırılırken elleri kelepçelendi. Bakalım kimin borusu ötecek, bakalım buraların abisi kim restleşmesi yüzünden insanlar öldü. Tabii olayın hemen ardından ABDullah Gül, Tayyip, Arınç, kükreye kükreye hamasi nutuklar attılar. ABD İsrail ile ilişkilerin bozulmasından memnun değildi. Doğal olarak ABD’de yaşayan Gülen de baştan beri bu olaya sıcak bakmıyordu Fethullah Gülen, israil saldırısını “çirkin” olarak değerlendirirken Mavi Marmara’nın İsrail'den izin almamasını da eleştirdi ve "İsrail'in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır" dedi. İşte bu olaydan sonra Cemaat artık Erdoğan’ı gözden çıkardı. 

Zaman ilerlerken MHP, AKP’nin PKK ile masaya oturduğunu söylüyor AKP bunu reddediyor ama reddederken de PKK ile masaya da oturuyordu. 2011’in sonlarında Oslo görüşmelerinin ses kayıtları internete düştü. Kayıtların internete düşmesinden yaklaşık üç ay kadar sonra 2012 şubatında da Hakan Fidan KCK’dan sanık olarak ifadeye çağrıldı. Hakan Fidan’ın yargılanması demek Erdoğan’ın da yargılanması demek olduğundan Fidan yargılanmasın diye alelacele bir yasa çıkarıldı. AKP kişiye özel bu yasayı çıkarırken de eleştiriler karşısında milletle alay eder gibi “Biz kişiye özel yasa çıkarmıyoruz” diyip duruyordu. Eh yani evet, kişiye özel yasa çıkarıyoruz demelerini de beklemek saflık olur. Kişiye özel yasa çıkardığını itiraf edecek kadar dürüst olan insanlar zaten kişiye özel yasa çıkarmaz. AKP ile Cemmat’in arası iyiden iyiye bozulmuştu ama iki taraf da diğerini tam olarak karşısına almayı göze alamadığından birbirlerine gizliden gizliye diş biliyorlardı.

Erdoğan, Türkiye’yi tek başına yönetiyor, ne isterse yapıyordu. Cemaat’in de yardımıyla muhaliflerini tamamen temizlemişti, her türlü denetimden muaf, ağzından çıkan her kelime bazılarınca emir telakki edilen güçlü bir pozisyondaydı. Evet, Erdoğan bu ülkeyi seven, dürüst ve Atatürkçü insanları Cemaat’in işbirliğiyle çeşitli kumpaslarla yok etmişti. Yok etmesine etmişti ama onların yerine devlette çeşitli görevlere “Muhterem Hoca Efendi”nin adamlarını yerleştirmişti. Cemaatin eli kolu her yere uzanmış, herkesi dinliyordu, Erdoğan’ın belki de hesaba katamadığı şey kendisini de dinliyorlardı. Belki Erdoğan bunu da hesaba kattı; ama bir kere hem PKK ile yaptığı görüşmelerin cemaat tarafından kamuoyuna duyurulmasına hem de Fidan’ın sanık olarak ifadeye çağrılmasına kızmıştı, cemaatin gücünden çekindiği için açıktan bir mücadele yürütemiyordu ama intikam ateşi ile de diş biliyordu Gülen’e. “Muhterem Hoca Efendi”ye: “Gell gel artık, gell de bittsinn bu sıla hasretii!” derken F. Gülen gelsin de tutuklansın istiyordu. Ama “Muhterem Hoca Efendi” de yanındakiler de aptal değildi. “Hoca Efendi” özetle gelemem gelirsem ortam gerilir, ülke gerginlikten uzak olsun, mealinde bir açıklama yaptı. Gerçi bunu göz yaşları içinde “küçükken amcam bana demişti ki…” diye başlayan çocukluk anılarını anlattığı, muhabiri de ağlatarak, epeyi uzattığı bir konuşmayla söyledi ama konuşmanın özü buydu. Erdoğan cemaatin finans kaynaklarına gözünü dikmişti. Dershaneler hem finans kaynağı hem de Cemaat üyelerinin toplumla buluştuğu, sosyalleştiği Cemaat’in güçlendiği ve taraftar kazandığı yerlerdi. Dershaneleri kapatmak sadece finansal anlamda değil pek çok açıdan Cemaat’e bir darbe vurmaktı. Evet, bu darbe Cemaat’i öldürmez; ama kolunu kanadını kırardı. Erdoğan dershaneleri kapatacağını söyleyince Cemaat dur ben sana güzel bir sürpriz yapayım dedi. Sonrasını biliyorsunuz banka müdürünün evinde ayakkabı kutusuna istiflenmiş dolarlar, bakan oğlunun evinde para sayma makinesi, trilyonluk banknotlar, çelik kasalar. Sabahın köründe baba oğulun sıfırlama konuşmaları, birilerinin belge yok etme makinesi aldırması, Euroları oraya buraya saklama, Emniyetin gözaltına almak istediği birini devletin tepesindeki birinin makam arabasına bindirip polisten kaçırması, yaşlı başlı bir bakanın “onların geçmişini s*kerim” diye konuşması… Bir yığın kepazelik. Bütün kirli çamaşırlar ortaya dökülünce “Muhterem Hoca Efendi” oldu mu sana “sahte peygamber” “Cemaat” ise birden “terör örgütü” oldu. Eh şimdi duruma uygun bir şeyler de söylemek lazımdı, o ne oldu? “Bizi kandırdılar Allah affetsin.” Ergenekon, balyoz gibi kumpasların mağdurları içeride çürüyordu Cemaat 17 – 25 Aralık operasyonunu yapınca, AKP birden kumpas mağdurlarını tahliye etti, amaç adalet değildi tabii. Amaç cemaate karşı Atatürkçü, laik kesimin desteğini kazanmak.  Amaç adaleti sağlamak olsa bunu çoktan yaparlardı. O insanlar bilmemkaç yıldır içerdeydi ve Cemaat’le kavga çıkana kadar içerde kalmaları hiç sorun olmamıştı. Eğer bu kavga çıkmasaydı içerde kalmaya devam da edeceklerdi. İşte bu yüzden Fethullah Gülen ve Cemaat kimseyi kandırmadı ortada kandırma falan yok, peki ne var? Ortada bir işbirliği var, kirli bir ittifak var. Biz affetmiyoruz, hakkımızı helal de etmiyoruz. Allah da sizi affetmeyecek!