20 Ağustos 2013 Salı

HISIR, FISIR, MISIR İTİN G.TÜNÜ HART ISIR!

T.C. tarihinde ilk defa bir başbakan hem 76 milyonun başbakanıyım diyor, hem de ardından alay eder gibi “Muhbir vatandaş olun, ispiyonculuk yapın, birbirinizi casuslayın…” diyerek halkın arasına nifak tohumları ekiyor. O tohumlar filizlenmeye başladı bile. “Beşiktaş’ta H. K. Gezi Parkı eylemleri sırasında aynı apartmanda oturduğu komşularının balkonda tencere-tava çalarak gürültü yaptıkları gerekçesiyle şikayetçi oldu. Savcılık da tencere-tava çalan anne ve iki çocuğu hakkında ‘kişilerin huzur ve sükununu bozmak’ suçundan 3 aydan bir yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı.”(Basından) Şimdi bu davanın nasıl açıldığı, kimlerin kimlere akıl hocalığı yaptığı meselesine hiç girmeyeceğim artık bunu herkes biliyor. Erdoğan’ın gazetecilere verdiği her demeçte, yapılan her mitingde, her konuşmada, her röportajda halkı kin ve düşmanlığa sevk ederek suç işlemesine de değinmiyorum. Ama gözlerden kaçan bir şey var. Herkesin dikkatini çekmesi gereken, gel gör ki hiç değinilmeyen bir şey… Erdoğan, insanları muhbir vatandaş olmaya teşvik ettiği konuda kendi işlediği suçu unutuyor. Hani 7 Haziran’da Afrika gezisinden dönüp gecenin saat 2.00’sinde halka seslenmişti. Önceden hazırlıklar yapılmış, ses düzeneği kurulmuş, metro seferleri uzatılmıştı ya. Neydi o gecenin saat 2.00’sindeki bağırtı, gürültü, patırtı? Erdoğan’ın sırf show amacıyla gece saat 2.00’den sabaha kadar miting yapması suç olmuyor da birkaç dakika için bir tavaya kaşıkla vurmak mı suç oluyor. Erdoğan havaalanında yaptığı showa doyamamış olacak ki saat 4.20 sıralarında eve vardı bu sefer mahalle içinde evinin önünde elinde mikrofonla bağıra bağıra yine konuştu. Tabii Erdoğan ne derse alkışlamak için toplanmış kalabalığın bağırtıları da cabası. Acaba o gürültüde kaç kişi yatağından sıçrayarak uyandı. Şimdi bu suç olmuyor mu? Bana göre değil tabii Erdoğan’a göre ve evinde tencereye kaşıkla vuran kişiler hakkında dava açan BAĞIMSIZ Türk yargısına göre. O halde Erdoğan’ın da dava edilmesi gerekmiyor mu? Halkın tepkisini, halkın muhalefetini hazmedeceksiniz. Yok hazmetmiyor musunuz, o zaman siyaset yapmayacaksınız. Demokrasi herkese lazımdır Erdoğan, kendine demokrat halka otokrat olmaya devam edersen bu çark farklı dönmeye başladığında bu millet seni affetmez. Şimdi nur topu bir gündemimiz de Mısır oldu. Erdoğan yatıyor Mısır, kalkıyor Mısır. Hani öyle baydı ki küçükken bir tekerleme vardı: “Hısır, fısır, mısır, itin g.tünü hart ısır!” derdik artık o derece saçmalaştı, bayağılaştı. Mısır’da kan akıyor diye feryat eden şahin gözlüler her nedense kendi ellerine bulaşan kanı görmüyorlar. Gezi olaylarında dövüle dövüle komalık edilenler, dövülerek öldürülenler, gözünü kaybedenler “çapulcu” ama; Mısır’dakiler “mazlum”. Gezide halka saldırıp adam öldürenler “kahraman” ama Mısır’da bunu yapan “zalim”. Burda ölenler “terörist” ama Mısır’da ölenler “şehit”. Uyan da etrafına bir bak, sırf iktidarın bir uygulamasına karşı çıktı diye öldürülen insanlar sadece o kadar uzakta değil burda da var. Haa unutmadan burası Mısır değil Türkiye!

15 Ağustos 2013 Perşembe

MISIR’DA DARBEYLE ASLINDA SİYASAL İSLAMCILAR GÜÇLENDİRİLİYOR

28 Şubat’ta neler neler olmuştu hatırlar mıyız? Şöyle biraz geriye gittiğimizde o günleri bir hatırladığımızda ya da o zamana ait bilgi ve belgeleri topladığımızda ilginç bazı şeyler görüyoruz. Anormal bir şeyler oluyor birileri bir işe girişmiş ama olayın sıcağında bu fark edilmiyor.O ana kadar tarikatlar yine vardı ama o günler sanki tarikatlar yeni ortaya çıkmış gibi her akşam ana haber bültenlerinde kafa sallayan, zikir yapan Aczimendiler, tutuklanan tarikat liderleri, Fadime’yle yatakta basılan Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı… İmam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması, başörtülü öğrenciler ve memurlar üstünde estirilen terör… Şiir okudu diye hapse giren bir belediye başkanı… Yani muhafazakâr diye tabir edilen kesime sürekli bir saldırı. İslamcılar sürekli tehdit ve saldırı altında gerçekten mazlum ve mağdur durumdalar. İşte bu mağduriyetle halkta İslamcılara karşı bir sempati yaratıldı. İslamcıların elinden iktidarın alınması aslında ABD’nin emriydi. Çünkü ABD Türkiye’de İslamcıları başa geçirmek istiyordu. Bunun için İslamcılar mağdur edilecek, darbeciler onların iktidarını devirecek ve onların daha sonra devletin tüm kurumlarını ele geçirmesine kimse ses çıkaramayacak, ses çıkaran da darbeci olacaktı. Erdoğan hapse girdiği için kahramanlaştırılmış, insanlar askerden ve giyim kuşama indirgenmiş zırva laiklik anlayışından iyice soğutulmuş, İslamcılara karşı sempati peydah olmuştu. İlerleyen yıllarda katı bir şekilde uygulanan başörtü yasağıyla da halk iyice kıvama gelmişti. Medenî ülkelerde bir siyasetçiye oy verirken dürüstlük, daha önce yaptıkları… vs. kriter olabilir amma ve lâkin herhangi bir nedenle mağdur olması bir kriter olmaz, olamaz. Bizim gibi Ortadoğu ülkelerinde ise bu önemli bir kriterdir. Bu halk artık AKP’yi tek başına iktidara taşımaya hazırdı. Nitekim öyle de oldu. İlk beş yıl boyunca AKP insanların kaygı ve önyargılarını da hesaba katarak ve gücünün sınırlarını hesap ederek ortamı germedi. Taa ki 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar. 2007’de cumhurbaşkanlığı için CHP’nin karşısına tek aday dayattı, bütün uzlaşma çabaları karşısında rest çekti aynı resti CHP de çekti. Cumhurbaşkanı seçilemedi ve ülkede kriz çıktı. E muhtıra falan derken AKP bir kez daha mağdur oldu. Ama bu olay bir kırılma noktasıydı artık AKP harekete geçti, ordu içinde İslamcı olmayan subayları bir bir temizledi. Sadece ordudan mı? Medyadan, gazetecilerden, bilimadamlarından, rektörlerden muhalif kim varsa bir bir almaya başladı içeri. Yarattığı Ergenekon öcüsüyle olmayan darbenin sanıklarını içeri tıkarken 12 Eylül’de olan darbenin sanıklarını ise yargılanmıyordu. Şimdi olmayan darbenin sanıklarını yargıladığı için olan darbeye karşı da göstermelik bir yargı yapılıyor sanki tek suçlu Evren ve Şahinkaya’ymış gibi başka yargılanan yok bir de tutuksuz yargılanıyorlar zaten. Evren de 100 yaşına yaklaşmış yargılamayı uzattıkça uzatıp ölmesini bekliyorlar Evren’in. Zaten 12 Eylül anayasasının başta YÖK ve seçim barajı olmak üzere anti-demokratik maddelerine de dokunmuyorlar. Nihayetinde AKP de 12 Eylül mirası bir parti. Siyasal İslam bir ilaçtır ABD için, siyasal İslam solcuların karşısında bir düşman, ABD’ye karşı ise kardeşten de yakın biricik müttefiktir. Siyasal İslam emperyalistler için candır, kandır, kankadır. Dinle beyni uyuşturulan bir kitleye dini kullanarak hükmetmek kolaydır. Artık onlara “Allah’ını seven beni takip etsin!” dediğinizde peşinize takılacaklardır. “Allah için, din için…” diyip aslında kendi menfaatiniz için onları yönlendirebilirsiniz. Aslında dine imana değil sadece size karşı olanları bir kez “din düşmanı” olarak kabul ettirirseniz işiniz çok kolaydır. Dünyada yönetilmesi ve yönlendirilmesi en kolay topluluk dindar insanlardır. İstediğiniz gibi hasımlarınızın üstüne saldırtabilirsiniz onları. Bunu Şubat 1969’da ABD’yi ve 6. Filo’yu protesto eden gençlere bıçaklı sopalı saldırılarıyla da, sonrasında Maraş katliamıyla, daha yakın tarihte Sivas katliamıyla, son olarak da Gezi parkı olaylarında satırla, bıçakla, sopayla pusuya yatanlarla gördük. Siyasal İslam’ın tepesindekiler de aynıdır. ABD askerleri Irak’ta camide adam öldürüken, camilere girip içinde basketbol oynarken, yüzlerce Iraklı kadına kıza tecavüz ederken sus pus olur da polisten kaçan insanlar camiye sığınınca “Vay yezidin dölleri camiye pabuçla girersiniz haa!” diye ortalığı birbirine katar. Ve kitle aynı kişilerin geçmişte Irak’ta her rezilliği yapan ABD’ye bırak tepki göstermeyi, ABD yanında Irak’a karşı savaşmak için tezkere çıkarmaya uğraştığını da unutur. Canını kurtarmak için camiye sığınanlar dindarın gözünde din düşmanıdır artık. Az buçuk öngörü ve siyasi tecrübesi olanlar için bugün etrafına bakıp birkaç yıl ilerisini görmek bazı olaylarda mümkündür. Mısır’da bugün İslamcılar, şeriatçılar mağdur ediliyorsa bu ABD’nin kirli bir tezgâhından başka bir şey değildir. 28 Şubat sayesinde Türkiye’de gerçekleştirilen değişim şimdi Mısır için uygulanmak isteniyor. İşte olay bu.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

STRATEJİK HATA

Başkanlığını AKP Kütahya Milletvekili İdris Bal’ın yaptığı Avrasya Global Araştırmalar Merkezi (AGAM) tarafından hazırlanan ‘Taksim Olayları Analizi’ başlıklı raporda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın ‘yanlış bilgilendirilerek’ olayın tarafı haline getirildiği belirtildi. Raporda ‘stratejik hata’ yapıldığı, yerel projenin halka danışılması gerektiği vurgulandı. Bal, raporun amacının AKP’yi veya muhalefeti övmek ya da eleştirmek olmadığını söyledi. Amacın ‘ülke menfaati’ olduğunu söyledi. Söyledi de gerçek bu mu aceba? Bunu teyit etmenin yolu rapora bir göz atmaktır. Bal’ın raporuna şöyle bir bakalım. Raporda diyor ki: “Taksim olayları çevreci bir duyarlılıkla ve az sayıda insanın katılımıyla başlamıştır. Fakat görünürde bu az sayıda çevre duyarlılığına sahip insanlara yönelik müdahalenin şekli ve onlarla yeterince diyaloğa geçilememesinin neticesinde muhtemelen fırsat bekleyen belirli odakların sahneye çıkmasıyla olayların muhtevası ve şekli tamamen değişmiş, olaylar Taksim’de ne olduğu ya da ne olacağı ile ilgili olmaktan çıkmış, daha ziyade öncelikle Sayın Başbakan’a, ikinci derecede ise hükümete yönelik genel bir hoşnutsuzluk ve tepki haline dönüşmüştür.” İşte bu ifadeler Bal’ın ne kadar samimi olduğunu gösteriyor. Gezi olaylarında hatalı hatta “hatalı” da değil “suçlu” olan İktidar nedamet getireceğine suçunu kabul edeceğine “fırsat bekleyen belirli odakların sahneye çıkması” palavrasıyla Gezi protestosunu yapan halk adeta “terörist” ilan ediliyor. Aynı hoşgörüsüzlük, aynı tahammülsüzlük… İşte bu tavır yüzünden insanlar patlamıştı zaten. “Taksim örneğinde, ne alternatifler oluşturulurken ne de hangi alternatifin benimsenmesi gerektiği hususunda yeterince halka sorulmamıştı.” diyor rapor. Bu doğru işte lakin bunu o zaman anlamak çok mu zordu? Başbakanınız gezi parkı protestosu yapan vatandaşlara hakaret edip “Topçu Kışlası’nı yapacağız” demekle kalmayıp “AKM’yi de yıkacağız, cami de yapacağız.” derken uyuyor muydunuz? O sırada bu eleştiri neden yapılmadı, şimdi 10 bin insan yaralandıktan, 5 kişi öldükten, 11 kişi gözünü kaybettikten ve yüzden fazla insan beyin travması geçirdikten sonra mı bunu söylemek aklınıza geldi? Başbakanınız dediğim dedik , çaldığım düdük tavrıyla inanılmaz bir inatla bunu söyleyenlere hakaretler yağdırırken nerdeydiniz? Raporda “Sayın Başbakan, projenin sahibi, tarafı, planlayıcısı ve yürütücüsü gibi yansımış, yansıtılmıştır.” deniyor ki buna diyecek laf bulamıyorum. Nedense aklıma ABD’nin “Ohio” (“Oha ya” diye okunur) eyaleti geliyor. Demek Başbakan “projenin tarafı gibi YANSITILMIŞ”. Çok merak ediyorum acaba bu raporu hazırlayan iyi niyetli ve dürüst arkadaşlar, akşam haberlerini izliyorlar mı ya da aceba ellerine bir gazete alıp hiç okumuşlukları var mı? Erdoğan daha mayısta yeni Osmanlı arşivleri binasının açılışında “Biz oraya Topçu kışlasını yapacağız.” derken de taraf olmadı mı? Eylem yapan insanlara “Birkaç tane çapulcu” derken onlara “pabuç bırakmayacağını” söylerken de mi taraf olmadı? Erdoğan “% 50’yi evinde zor tutuyorum” derken de taraf olmadı mı? Hadi hepsini geçtim yine mayıs ayında Erdoğan, Garipçe'de 3. Köprü'nün temel atma töreninde Gezi parkındaki ağaçların sökülmesine karşı çıkanlara: ''Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız.'' demedi mi? Ama nedense “tamamen ülke menfaatleri için hazırlanan” bu ilginç raporda Başbakan’ın aslında taraf olmayıp sanki “projenin yürütücüsü ve tarafıymış gibi YANSITILDIĞI” iddia ediliyor. Raporda “Taraf olarak sadece Sayın Başbakan ve hükümet görülmüştür. Bunun sonucu olarak da, sorun çıktığında birinci derecede Sayın Başbakan, ikinci derecede AK Parti, üçüncü derecede hükümet, dördüncü derecede ise devlet sorunun tarafı haline gelmiş ve getirilmiştir.” Şimdi burdan ne çıkıyor? Şu çıkıyor: Sorunun çıkması ve büyümesinde Başbakan’ın hiçbir hatası yokmuş. Oysa bu daha önce bir sanatçının da söylediği gibi sadece ağaç ya da park meselesi değil. Halkın birikmiş öfkesinin bir kabarışıydı bu. Kendisi gibi düşünmeyenleri sürekli aşağılayan, kibirli ve hakaretçi bir başbakan, ülkede yığınla sorun varken bunlara eğilmek yerine insanlara zorla kendi dindarlık anlayışını dayatan bir Başbakan, Türkiye’deki eğitim sistemini kökünden değiştirirken hiç kimseye danışmayan, hatta vekilleri 4+4+4’ü tekmelerle yumruklarla komisyondan geçirten bir başbakan, ataması yapılmayan öğretmenler intihar ederken ülke kaynaklarını yandaşlarına kömür ve erzak dağıtmaya harcayan bir başbakan… Daha türlü türlü marifetlerini saysak sayfalar yetmez. Oysa raporda olayın sanki hiç öncesi yok da her şey Gezi parkındaki ağaçların sökülmesiyle başlamış gibi yansıtılıyor. “Sayın Başbakan yanlış yönlendirilmiş, bu böyle olmasa bile kamuoyuna yansıdığı kadarıyla krizin damardan tarafı haline getirilmiştir. Bu ise stratejik bir hata olmuş, pusuda bekleyen, kaostan nemalanan illegal yapılanmalara fırsat verilmiştir.” Raporun ne kadar traji-komik olduğunu görüyor musunuz? Başbakan “yanlış YÖNLENDİRİLMİŞ” yani yine suçu başkasına atma var. Gerçi kimsenin Erdoğan’a çık da eylemcilere “çaplcu, kemirgen” bilmem ne de “ne yaparsanız yapın, karar verdik yapacağız o kadar” de ortamı iyice ger dediğini zannetmiyorum herhalde aklı başında her insan da böyle bir şeyin olduğunu düşünmez ama haydi bu “yanlış YÖNLENDİRİLMİŞ”i kabul edelim. O zaman bu iddiayı ortaya atan iddiasının arkasını doldurmalı. O halde açıklayın Başbakan’ı KİM ya da KİMLER yanlış yönlendirdi? Açıklayın çünkü bu yanlış yönlendirenlerin yönlendirmesi 5 kişinin hayatına maloldu. Aynı yerde araya yine “illegal yapılanmalar” kelimesi sıkıştırılıp polis şiddeti mazur gösterilmeye çalışılmış. Bir de raporda “MHP lideri Bahçeli’nin uyarıları ve bir camianın o topluluklara karışmasını engellemesi takdir edilmesi gereken bir duruş olmuştur. CHP ve BDP için ise aynı yorumu yapmak mümkün değildir.” diyor ki bu da raporun ne kadar objektif olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Rapora şöyle bir bakınca Başbakan’dan ziyade herkes ve her şey suçlanmış. Rapor, yaklaşan yerel seçimler öncesi bir nevi günah çıkarma amacı taşısa da tek amacı bu değil. Erdoğan’ı, AKP’yi ve polis şiddetini aklamaya çalıştıkları kurnazca hazırlanmış bir rapor. Her şey ortadadır.Erdoğan nerdeyse iç savaş çıkarmış 5 kişinin ölümüne ve binlerce insanın yaralanmasına, sakatlanmasına neden olmuştur ve derhal istifa etmelidir.

9 Ağustos 2013 Cuma

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI – III

İşte Patrikhane’nin olduğu caddeye neden Sadrazam Ali Paşa Caddesi adı verilmişse ya da Özalp’teki kışlaya neden Mustafa Muğlalı’nın adı veridiyse; 3. Köprüye de Yavuz Sultan Selim adı o yüzden verilmek istenmektedir. Devlet Alevilere diyor ki: “Akıllı ol. Yavuz’u unutma. Geçmişte kökünüze kibrit suyu döktük bugün de dökeriz ona göre!” Düşünebiliyor musunuz bugün Almanya’da Yahudilerin de yoğun olarak yaşadığı bir yerde köprü yapılacak ve adı da “Adolf Hitler Köprüsü” olacak. Böyle bir şeye kalkışan Alman siyasetçinin siyasi hayatı anında biter. Alevi düşmanı Erdoğan ve AKP her konuda olduğu gibi yine nefret propagandasına ve Alevilere işkence yapmaya devam ediyor. İstanbul’da yaşayan yığınla Alevi her gün dedelerini öldürten bir delinin adını taşıyan köprüden geçecek. Sadece İstanbul’la sınırlı da değil zaten İstanbul’da otursun oturmasın Türkiye’nin her yerinde İstanbul’daki köprülerin adları biliniyor. Bu durumdan rahatsız olmak için “dört dörtlük Alevi” olmaya hatta ve hatta Alevi olmaya da gerek yok, kanımca İNSAN olmak yeterli. Şimdi bakalım dört dörtlük Alevi Erdoğan 04.05.2011 tarihinde, Amasya’da yapmış olduğu konuşmasında Aleviler için ne söylemiş: “Eğer Alevilik Hazreti Ali KeremallahüVeche’yi sevmekse, ben Alevilerden daha çok Aleviyim. Ama bunların yaşamında Hazreti Ali var mı? Hazreti Ali gibi yaşamak var mı? Yok. Hazreti Ali nerede, bunlar nerede.” Bitmedi bu yılın şubat ayında konuşmada şu sözleri de sarf etmiş: “Alevilerin sorunları Kürtlerden fazladır söylemi de doğru değil. Onların sesleri fazla çıkıyor.” Mart 2012’de Erdoğan’ın Almanya seyahati protesto edildi. Gerçi kafasını Türkiye’den dışarı çıkarıp dış ülke haberlerine bakmayanlar çok şaşıracak ama protesto bir haktır ve suç değildir. Erdoğan bu protestoyla ilgili olarak şu sözleri sarf etti: “Almanya’da PKK ve Ermeni örgütleriyle birlikte, yalnız bunun da altını çiziyorum, isminin başında Alevi sıfatı olan bazı dernek ve federasyonlar işte o gösteriyi birlikte organize ettiler.” Alevileri adeta terörist ilan eden şu açıklamaya bakar mısınız? Ne zaman Sivas katliamı anılmak istense AKP’nin tepesine oturup istediği gibi yönettiği bu devlet tedhişe başvurmakta en sıkı güvenlik önlemleri alınır insanlar gazla, copla, tazyikli suyla dağıtılır ve bir sürü kişi gözaltına alınır. (Oysa katliam sırasında insanlar diri diri yakılırken devlet bunu seyretmişti. Ama ne gam Alevilerin hiç sorunu yok sadece “sesleri fazla çıkıyor”) Bunun yanı sıra Madımak oteli yenilenip kültür merkezi olmuştur ve şimdi katliam günü ölen 37 kişinin adları girişte yazmaktadır. 1993’teki katliamda 35 insanımız göz göre göre öldürülürken otelin çevresini saran binlerce kişilik psikopat sürüsünden 2 kişi de Alevilere saldırırken otele fazla yaklaşıp hatta içine girip ölmüştü. Kurbanların ailelerinin ve bir sürü insanın itirazlarına rağmen bu iki katilin adının katledilen insanların adlarının arasına yazılması nasıl bir şey aceba? Bence olsa olsa patolojik bir zenofobinin ürünü. Erdoğan Alevi düşmanı olduğunu zaten ara ara kendi sözleriyle de açığa vuruyor. Ağustos 2010 tarihinde Çorum’daki konuşmasında: “Çorum’un yetiştirdiği Şeyhülislam Ebussuud Efendiyle gurur duyuyoruz” demiştir ki. Şeyhülislam Ebussuud denen psikopat Alevilerin katlinin vacip kanlarının, ırzlarının ve mallarının helal olduğunu söyleyen eli kanlı, aşağılık bir katildir. Ebussuud’la gurur duyacak kadar Alevi düşmanı olmak çok uç bir durumdur. Almanya’da bir siyasetçi Hitler’le ya da Nazi subayı Gobels’le gurur duysun, bakalım neler oluyor. Erdoğan adeta bunu yapıyor, geçmişteki soykırım suçlularıyla gurur duyuyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Sonra da Times’a ilan verenler mitinglerini Nazilerin Nünberg mitinglerine benzetince coşup sövmeye başlıyor. Bundan başka Kenan Evren’in resmi arşivinde tutulan mektupta, 12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin, “Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanıyım”, “Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi’ye kan kusturdum”, “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi soykırımını devlet adına başlatan benim” ifadeleri yer almaktadır. Erdoğan’ın bunu bilmemesi imkansız. Benim gibi sıradan bir vatandaş bile bunu biliyorsa Başbakan bunu dünden biliyor. Muhteşem Yüzyıl dizisi için savcıları göreve çağıran Erdoğan bu ifadeler için savcıları göreve çağırmıyor. Dahası Erdoğan’ın Nisan 2011’de İstanbul’da sarf ettiği şu söz çok önemli: “Bakın biz 81 vilayetten 80’inden milletvekili çıkarıyoruz. Bir tek vekil çıkartmadığımız il Tunceli, o da malum sebeplerden dolayı” İşte Erdoğan bu sözünde kendini ele veriyor. Artık bunu açıklamaya dahi gerek duymuyorum. Erdoğan ne zaman Alevilerle ilgili konuşmaya kalksa sözleri tam bir facia. Sürekli nefret propagandası yapan ve bir kısım inanç sahibi insanı hedef gösteren bir başbakanımız, bir iktidarımız ve bir devlet geleneğimiz var. Şaka gibi. Alevilerin talepleri Gezi olaylarından sonra iktidarın ne kadar demokrat olduğunu gösterecek olan ikinci bir turnusol kâğıdıdır. İlk fırsatı kaçıran AKP bakalım şimdi ne yapacak.

8 Ağustos 2013 Perşembe

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI - II

Şimdi tekrar gelelim Alevi-Bektaşi Federasyonları ve Derneklerinin Polat Rönesans Otel'deki iftarına… İftarda Lokma Duası'nı yaptırmak için kürsüye gelen Alevi dedesi, Cumhurbaşkanı Gül'den iki ricada bulundu. Alevi Dedesi, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini ve 3. Köprü'ye Alevileri rencide eden Yavuz Sultan Selim isminin yerine Alevi ve Sünnileri kucaklayan Yunus Emre'nin adının verilmesini rica etti. Bunlar gayet makul talepler ama iki talebi de kabul edilmedi. Bu isteklere “Evet” dememek reddir.Çünkü bunları kabul etmeyenler açık açık “Hayır” diyemez. Başbakan Yardımcısı Arınç, köprüden hiç bahsetmedi. Alevi inancına ne kadar saygı duyduğunu ve birbirimizi sevmek zorunda olduğumuzu söyledi. Buraya kadar pek bir şey yoktu, bu Alevilere yönelik olarak hükümetimizin her zaman uyguladığı mizansendi. Ama bu sefer Arınç yeni bir geçiştirme taktiğine daha başvurdu. “Önce laik bir devletiz, laik bir devletin olduğu bir ülkede eğer bir yasa çıkarmamız gerekiyorsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dört temel unsurundan birisi olan, yani sosyal, laik, hukuk devleti olma konusunda yapacağımız yasama çalışmalarının laiklik prensibine de uygun olması gerekir. Sanıyorum buna hiç kimsenin itirazı olmayacaktır." Bravo yani! Laiklik konusunda hassasiyeti olanlara laikçi diyip onlarla alay edersiniz. Hiçbir zaman hiçbir konuda laikliği önemsemezsiniz, hatta partiniz hukukçular tarafından laiklik karşıtı bir odak olmakla suçlanmıştır. Ama gel gelelim Alevilerin talepleri söz konusu olunca birden laikçiden de laikçi kesiliyorsunuz. Arınç aynı konuşmasında anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek kanunların olduğunu hatırlatıp "Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez konusunda nasıl bir adım atabiliriz?” diyor. Şimdi anayasamızın ilk üç maddesi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bu doğru. Doğru olmaya doğru da nedir bu üç madde, bir hatırlayalım: 1) Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. 2) Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. 3) Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir. Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı" dır. Başkenti Ankara'dır. Şimdi isteyen elini vicdanına koysun, isteyen başka bir yerine koysun. Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması bu üç maddenin hangisine aykırı oluyor? Arınç, Alevilerin cemevlerini ibadethane olarak tanımamak için kendi kendine bir sürü engel icat etti. Belli ki bu talebin geleceğini biliyordu ve hazırlıklı gelmişti. Bakalım neler dedi: "Şimdi bir, mevcut laik rejimde bu nasıl olacak? İki, İslam inancı bu konuda ne diyor? Üç, Alevilik inancı bu konuda ne söylüyor? Dört, geleneklerimiz, örf adetlerimiz içerisinde bunu nereye koyabileceğiz? Müsaade edin bunları düşünmemiz lazım." Art arda bazı engeller uydurup bunları sırala ve bu şekilde üstü kapalı olarak cemevlerinin ibadethane olmasına müsaade etmeyeceğini söyle. Olay bu. Zaten biz de Arınç’ın “Nee olur mu lan! Defolun, ne sizi istiyorum ne ibadethanenizi pis Kızılbaşlar!” demesini beklemiyorduk. Elbette böyle bahaneler uydurarak geçiştirecek. Elbette reddedişini mantığa bürümeye çalışacak. Arınç cemevlerinin tanınmasının laiklik açısından sakıncalı olduğunu söylüyor ama aslında Arınç her şeyi tersine çevirmeye çalışıyor. Vatandaşların din ve inanç özgürlüğüne müdahale ederek asıl AKP laikliği çiğniyor, yani aslında cemevlerinin ibadethane olarak tanınması değil ibadethane olmasının yasaklanması laikliğe aykırı bir şey. Ayrıca AKP laiklik konusunda hassasiyeti olan son parti bile olamaz. Yalnız Arınç dersine iyi çalışmamış köprü için hazırlıklı gelmemiş ki Yavuz Sultan Selim Köprüsü için ağzını bile açmadı. Gelelim 3. Köprünün adına… Yavuz Sultan Selim hem babasına darbe yapıp tahta geçmiş bir darbecidir hem de erkek kardeşlerini tahtı onlara kaptırmamak için güzelce öldürmüştür. Yavuz aynı zamanda Safevileri ve Memlük devletlerini talan etmiş bir yağmacıdır ya da son zamanların harc-ı âlem deyişiyle “çapulcu”dur. Bunun dışında Yavuz binlerce Alevi’yi kılıçtan geçirmiş bir soykırım suçlusudur. İşte Yavuz budur! Pekiyi bu gaddar adamın (adam demeye de dilim varmıyor ya) adı neden köprüye verilmek isteniyor? Gelin bunu bir irdeleyelim. Fener Rum Patrikhanesi’nin olduğu caddenin adı “Sadrazam Ali Paşa Caddesi”dir. Sadrazam Ali Paşa ise 22 Nisan 1821’de Fener Patriği Grigoryos’u astıran Osmanlı sadrazamıdır. Patrik Gigoryus, patrikhanenin orta kapısında boynuna yaftası takılarak idam edilmiştir. İşte Patrikhaneye giden Rumlara verilmek istenen mesaj şudur: “Onu astık, seni de asarız! Akıllı ol!” Bu aynı zamanda Rumlara yapılan sadistçe bir işkencedir. İşkence illa da fiziki olmaz psikolojik işkence yeri geldiğinde fiziksel işkenceden çok daha beterdir. İşte patriğinizi asan adamın adını patrikhanenin olduğu yere veriyoruz, bir halt yapamıyorsunuz, şeklinde bir işkencenin yapıldığı da aşikardır. Sadece bu olayın yaşanıp, benzer şeylerin yaşanmadığını düşünen yanılır. İkinci bir örnek de Van’ın Özalp ilçesindeki Kara Kuvvetleri’ne bağlı Özalp Kışlası’nın adının “Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirilmesi. Mustafa Muğlalı, yıllar önce Özalp’te birisi 11 yaşında bir çocuk olan 32 suçsuz köylüyü kurşuna dizdirerek öldürmüş. İdama mahkûm edilmiş ama yaşı nedeniyle cezası 20 yıl hapse çevrilmiş bir yüzkarasıdır. Ordaki vatandaşa devlet açık açık “Ayağını denk al, Muğlalı’yı unutma geçmişte harcadık. Bugün de harcarız” diyor.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI - I

İki hafta kadar oluyor, işlerin yoğunluğu stres, kafa dağınıklığı gibi şahsi sorunlar yüzünden yazamıyordum. Ama şahsi sorunlarımızdan daha önemlisi insanlara karşı, insanlığa karşı olan sorumluluklarımızdır, uzun etmeyelim. İki hafta önce Alevi-Bektaşi Federasyonları ve Derneklerinin iftar programı vardı. İftar Polat Rönesans Otel'de verilmişti ve iftara Cumhurbaşkanı Gül'ün yanı sıra Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi isimler de katıldı. Yine Alevilerin bazı talepleri oldu ve alışıldığı üzere ne ABDullah Gül ne de Arınç Alevilere herhangi bir söz vermedi. Hiçbir taleplerini karşılayacaklarını söylemediler ve sadece Alevileri ne kadar çok sevdiklerini söylemekle yetindiler. Bu mizansen zaten sürekli sahneleniyor Alevileri diri diri yakmakla suçlanan Sivas katliamı sanıklarının zamanaşımından yırtmasını sevinçle karşılayıp vatana millete hayırlı olsun, diyen bir genel başkanın yardımcısı olan ve üstelik Sivas katillerini savunan avukatları milletvekili yaparak ödüllendiren bir hükümetin sözcüsü Alevileri çok seviyor üstelik Alevi inancını da kendi inancı gibi kabul ediyormuş, vah vah vah gözlerim yaşardı! Eğer Arınç samimiyse derhal AKP’den istifa etmelidir. Neden mi? AKP liderinin Sivas sanıklarının zamanaşımından serbest bırakılmasını sevinçle karşıladığını hatta Sivas katillerinin avukatlarını ödüllendirdiğini yukarıda yazmıştık. Bundan başka AKP’nin genel başkanı Karacaahmet cemevine “ucube” demiştir. Türkiye’de bir camiye “ucube” dediğinizi düşünün ne olur? Ben söyleyeyim: Hapse girersiniz. Erdoğan bununla da kalmadı ruhsatsız olduğu gerekçesiyle Karacaahmet cemevini yıktırmaya kalkıştı. Oysa dağ taş kaçak camilerle dolu, hangi biri yıkılıyor? Bununla da kalmadı cemevlerine “cümbüşevi” diyerek Alevilerle alay etti. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Alevi olduğunu söyleyerek onu ve Aleviliği seçim meydanlarında yuhalattı. Mecliste cemevi için önerge verilmesi üzerine AKP “Alevilik, ayrı din değil.” Gerekçesiyle cemevine karşı çıktı. Oysa senden cemevi isteniyor ayrı ya da değil bunun konuyla alakası yok, hem Aleviler dururken bu saptama sana düşmemiş. Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Alevi-Bektaşi Kuruluşları Birliği Kültür Derneği'ni, 'azınlık yaratarak, herhangi bir bölgenin veya ırkın veya sınıfın veya veya bir dil ve mezhepten olanların diğerlerine hakim veya diğerlerinden imtiyazlı olmasını sağlayacağı' gerekçesiyle kapattı. Geçen yıl Tunceli’de Dersim Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi Derneği, başkanları Aysel Doğan’ın KCK soruşturması kapsamında tutuklanmasının ardından, ’Amacı dışında faaliyet gösterdiği’ gerekçesiyle mahkeme kararıyla kapatıldı. Yahu bir dernek başkanı dernekle ilgisi olmayan bir suç işlediyse derneği kapatmak da ne oluyor? Bitmedi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, tüzüğünde cemevlerini “ibadet yeri" olarak nitelendiren ifadeler nedeniyle Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında kapatma davası açtı. Dernek kapatıldı. Bir cemevi yaptırma derneğini kapatmak aslında Aleviliği yasaklamaktır. Çünkü cemevi olmazsa cem ayinleri de olmaz. Cemevi yaptırma derneğini kapatmak aslında Alevilerin cem yapmasını önlemektir yani Aleviliği yasaklamaktır. İşte iktidarın ve diyanetin sürekli Aleviler bizden farklı değil, onlar da Müslüman ayrı gayrı yok, demesi aslında Alevileri sevdiklerinden değil onları asimile etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Hiç sevseler habire ipe sapa gelmez bahanelerle derneklerini kapartırlar mı? Her türlü Alevi kuruluşunu, derneğini kapatmak adeta Alevilere savaş açmak hiç Alevileri kabullenen aklı başında insanların yapacağı iş mi? Yoksa asıl bölücülük bu mu?

4 Ağustos 2013 Pazar

ERDOĞAN’IN PANİĞİ VE SONUN BAŞLANGICI

Erdoğan bu gezi olaylarıyla toplumda bir kırılmanın yaşandığının ve korku duvarının artık aşıldığının farkında. İşte bu farkındalık yüzünden panikledikçe panikliyor. Panik içinde koltuğu sallanmasın diye halkı birbirine kırdırmak hatta gerekirse iç savaş çıkarmak istiyor ne olursa olsun, bu ülke batsın, mahvolsun yeter ki koltuğu kaptırmayayım derdinde. İşte bu yüzden sürekli nefret propagandası yapıyor. Çırpınıyor çırpındıkça daha çok batıyor, bunu da biliyor yine de çaresizlik içinde çırpınmaya devam ediyor. Erdoğan, anormal bir şekilde kafayı Gezi olaylarına takmış ve kıvranmakta. Bir şeylerin yaklaştığını hissediyor ve sürekli bir şeyler deme, bir yerlerden yardım isteme ihtiyacında. Son olarak cuma günü The Times gazetesinde yayınlanan ve gezi olaylarındaki tavrını eleştiren ilan için şunları söyledi: "Bunlar düşüncelerini fikirlerini kiraya vermiş tipler. Demokrasiye inanmış tipler olsa yüzde 50 ile iktidar gelmiş bir Başbakan'a diktatör deme ahlaksızlığını göstermezdi. Sen beni nereden tanıyorsun benimle ne zaman konuştun? Times kendi sayfasını kiraya veriyor, ahlaki zaafıdır bu onların. Times ile ilgili arkadaşlarım hukuki girişimde bulunacaktır." Bir kere alınan oy oranı ile diktatörlük arasında bir korelasyon yoktur. Demokrasiyi içselleştirememiş, zorbaca davranan, hakkındaki en ufak bir eleştiriye koştura koştura dava açan biri isterse % 99 oy almış olsun diktatördür. Eğer yüksek oy oranı alan iktidar diktatör değildir, diye sakat bir mantık yürütecek olursak Kenan Evren de Saddam Hüseyin de diktatör değildir ne de olsa oy oranları bir hayli yüksekti. Ayrıca hukuki girişimde bulunacaksın da ne yapacaksın çok merak ediyorum metni baştan sona okudum hiçbir yerinde bir hakaret yok. Metinde hakaret yok ama sen açık açık “ahlaksız” diyerek hakaret ediyorsun ki onlar sana dava açsa yeridir. Herhalde sen ordaki gerçek yargıyla bizdeki kuklaları karıştırıyorsun. İngiltere’de hukuk var burdaki gibi katledilmiş hukuk değil gerçekten (burjuva anlamda da olsa) hukuk var. 12 Eylül'den kalma seçim barajı için ise aynı teraneyi söyledi. "Benim barajla ilgili düşüncem bellidir. Bizim bu konuyla ilgili herhangi bir oynama gündemimizde yok. Baraj bizim dönemimizin çıkardığı bir şey değildir. Biz ülkemize sancı çektirmek istemiyoruz. Tecrübe edilmiş süreci devam ettirmek istiyoruz" Yani bu anti-demokratik çirkin uygulamayı biz getirmedik, biz kaldırmayız gibi tuhaf bir şey. Yahu hani 12 Eylül’le hesaplaşacaktınız? Hani daha demokratik bir anayasa yapacaktınız? Bir de “Sen beni nereden tanıyorsun benimle ne zaman konuştun?” lafı var ki evlere şenlik. Demokrat olup olmadığını anlamak için Erdoğan’la konuşmaya gerek yok ki. Bunca insan seninle konuşarak mı sana oy verdi? Hem zaten senin ne kadar demokrat olduğunu anlamak için akşam haberlerini izlemek yetiyor. Şöyle bir gazeteleri karıştırmak yetiyor. Cumartesi günü de gayet demokrat bir şekilde Gezi parkına girmek isteyenlere izin vermemiş, insanlar demokratik bir şekilde dövülmüş ve demokratik TOMA’lardan üstlerine biber gazlı su sıkılmış. Sayenizde ülke milyonlarca mahkumlu kocaman bir cezaevine döndü. Gün ola harman ola durun bakalım, bu hep böyle gitmeyecek sizin diktatörlüğünüzün ömrü askeri cuntanın diktatörlüğünden daha da kısa olacak. AKP askerleri siyasetin içinden çıkardı. Bu yaptığı şey olumlu güzel bir şeydi evet bunu istediği gibi at oynatmak için tamamen kendisi için yapmıştı ama bunu yaparken AKP aynı zamanda kendi diktatörlüğünün sonunu da farkında olmadan hazırlıyordu. Şimdi ordunun kanatları altında ordunun himayesinde bir iktidar yok. Her yere adamlarını doldurma çabası içinde de olsa ordunun himayesinden yoksun bir diktatörlük çok da uzun ömürlü olmaz. AKP kendine alan açmak isterken orduyu iyice etkisizleştirip farkında olmadan kendi diktatörlüğünün sonunu da hazırladı aslında.

1 Ağustos 2013 Perşembe

ANALAR AĞLASA DA TAYYİP’İM AĞLAMASIN!

Tarih 28 Aralık 2011’i gösteriyordu. Uludere’de kaçakçılıktan başka çaresi kalmamış, devletin iş vermediği, umursamadığı 34 köylü; sınırdan geçiyordu. Köylüler, birilerinin emriyle uçaktan üstlerine atılan bombalarla can verdiler. Olayın üzerinden nerdeyse iki yıl geçti. Sorumlular hâlâ bulunmuş değil. Ne kadar tuhaf 34 insanı bir anda öldür ve hiçbir şey olmamış gibi devam et. Bir gün içinde 34 sinek bile öldürseniz bu biraz tuhaf karşılanır. 34 insan ölmüştü yahu insan! Bunlar sinek böcek falan değil. Bildiğimiz İNSAN! Bırak sorumluların araştırılması, bulunması, cezalandırılmasını… Bir özür bile dilenmedi bu öldürülenlerin ailesinden. Açılım, barış, bilmem ne palavralarıyla nutuklar atan AKP ilk andan beri katliamın üstünü örtmek için gösterdiği çabayı suçluları bulmak için gösterse şimdiye bu insanların ailelerinin de kamunun da acıları biraz dindirilmiş olacaktı. Bir özür bile dilenmeden adeta: “Baarmayın lan! Parası neyse veririz. Şimdii ne kadar adam öldürdük? 34 adet. Tanesi şu kadardan 34 adet şu eder. Hadi alın şu parayı susun tamam işte ödedik.” der gibi tazminat ödemeye kalkıştılar. Uludere faciasında ölenlerin aileleri Başbakan’la da görüşmek istedi ama bu istekleri reddedilmişti. Geçenlerde Erdoğan’ın yolu o tarafa düştü. Şerafettin Elçi Havaalanı’nın açılışı için yolu düşen Erdoğan bu sefer lütfedip de öldürülen böceklerin aileleriyle görüşmeye tenezzül etti. Görüşmede Erdoğan üzgün olduğunu söylüyor ve "olayın takipçisi olacakları" sözünü veriyor. Artık bu nasıl bir takipçilikse olay cereyan edeli nerdeyse 600 gün olmuş bu 34 insanı öldüren kişi isterse şıp diye ortaya çıkarılıp yargı önüne getirilebileceği halde serbest ve bizzat olayın takipçisi tarafından kollanıyor. Dahası Erdoğan ailelerden halen özür dilemiş değil. Uludere’de ölenlerden birinin anası diyor ki: "Oğlumun 13 yaşında öldürüldüğünü söylediğimde Başbakan'ın gözleri doldu. Umarım bu hüznü sahte değildir”. Yahu hem ölen için ağlıyorsun hem de katilini sonuna kadar koruyorsun, bu ne perhiz ne lahana? Erdoğan, sen öldürülen bu insanların yakınlarını salak mı zannediyorsun? Timsah gözyaşlarıyla kaç kişiyi kandırabilirsiniz şu saatten sonra. Hem olayın üzerinden o kadar gün geçmiş… Ağlamak için biraz geç kalmadın mı? Olay henüz soğumamışken adalet istiyenlere “ölü sevici” demiyor muydun? Unuttuysan hatırlatayım Akape 4. Olağan İstanbul İl Kongresi’nde, Uludere olayında adalet isteyen ve BDP’lilere “ölü sevici”, bu konuda adalet arayan yazarlara da “tasmalı” (yani köpek) demiştin. Uludere’de adalet halen bekleniyor. Eğer Erdoğan’ın amacı çözümse ve gerçekten bilmem kaç kez dile getirdiği gibi “Analar ağlamasın” istiyorsa işte önünde samimiyeti test edecek bir şeyler var. Olayın suçlularını açıklayıp yargı önüne çıkarabilir ama katili, katilleri koruduktan sonra istediği kadar ağlayabilir kimse kendisine inanmaz.