Önce bir masal anlatayım, masalın gerçek
kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. Tamamen kurgu ve uydurmadır. Bir varmış bir
yokmuş, zamanın birinde bir ülkede deli bir padişah varmış. Sultanın etrafı
yalakalarla doluymuş ve onu öve öve tanrı kertesine çıkarmışlar. O ülkede bir
yere gelmek için yetkin olmak, iş bilmek değil sultana yalakalık yapmak geçer
akçeymiş. Adam da zaten narsistliğe biraz meyilliymiş ve iyiden iyiye başı
dönmüş, kendini kaybetmiş. Bu adam sadece padişah değil aynı zamanda, doktor,
jinekolog, iktisatçı, peyzaj mimarı, din adamı, mühendis, diyetisyen… her
şeymiş. Her şeyi bilirmiş. Halkın kaç çocuk yapacağını, ne yiyip ne içeceğini,
nasıl giyineceğini, ne konuşacağını ne konuşmayacağını hep kendisi emredermiş.
Hatta bir ara iyice coşup Müslüman şunu yapmaz, bunu yapar diyip ( çok çok
affedersiniz ) halkın nasıl sitişeceğine bile karışmaya başlamış. Kendini en
iyi iktisatçıdan daha iyi iktisatçı sanan bu adamın ülkesinde ekonomi
berbatmış, insanlar işsiz geziyormuş. Kendini en iyi mimardan iyi mimar sanan
bu padişahın ülkesinde yaptırdığı köprüden kimse geçmezmiş, tutar rant kokusunu
aldığı an ağaçları keser millete nefes alacak alan bırakmazmış. Sultan her şeye
kendisi karar verdiği halde işler kötüye gidince vezirlerini suçlar o vezirin
bu vezirin kellesini istermiş. O sırada da sultanı öve öve göklere çıkarıp
başının dönmesini sağlayan onu adeta delirten vezirler ağlar, sızlanır
kendilerine haksızlık yapıldığını söyleyip feryat edermiş. Biri de olan biteni
kenardan izleyip “oh” çekermiş. Madem o padişahı delirttiniz, zorbalaştırdınız
hakkınız budur, dermiş. Masal da burda bitmiş. Gökten üç kelle düştü, biri o
yalaka vezirin, biri şu yalaka vezirin, beriki de bu yalaka vezirin…
Elimde olsa ülkenin tüm liselerine bir
ders koyar dünyanın değişik yerlerindeki “ smögasbörd, askıda kahve, free hug,
o…pu yürüyüşü, kayta… ” gibi farklı görenekleri insanlara öğretirdim. İnsanları
gerçekten düşünmeye sevk eden, onlara daha geniş bir bakış açısı kazandıran,
“Demek böyle de oluyormuş” ya da “Bunu daha önce düşünmemiştim ama ne kadar da
doğru” dedirten olay ve durumlar var gerçekten. Kendi kültürümüzü dünyanın
merkezine koymak ( egosantrizm ) gerçekten bizi gülünç duruma düşürür. Hoş
ülkemizde egosantrizm ve etnosantrizm birer meziyet gibi algılanmaktadır ama
modern dünyada bunların birer meziyetten ziyade handikap oldukları kabul
edilmektedir. Egosantrizmin ne kadar gülünç olabileceğini anlatan bir anekdotu
yazımıza girizgah edelim: Hepinizin bildiği gibi büyük savaşların yapıldığı
yerlerde şehitlikler olur, bazı çok büyük mezarlar olur. Bunlardan bir tane de
Güney Kore’de var. Bu mezarlıkta Kore Savaşı’nda ölen Amerikalı ve Güney Koreli
askerler var. Bir gün dedesi ya da babası Kore Savaşı’nda ölen ABD’li bir
turist, bu mezarlığı ziyaret eder ve mezarlardan birinin üstüne bir demet çiçek
bırakır. Korelilerde mezarlığa çiçekle değil pirinçle gitme geleneği vardır.
Birkaç adım ilerisinde bir Koreli bir tas pirinci bir kabrin üstüne bırakır.
ABD’li gülerek Koreliye der ki : “ Seninki o pirinci yiyecek galiba? ” Koreli
sakince yanıtlar: “Seninki çiçeği kokluyorsa benimki pirinci niye yiyemesin ki?
” Korelilerle başladık ama bu yazıda Korelilerden değil Afrika’da yaşayan
Buşmanlardan bahsedeceğim.
Buşmanlar, Afrika’nın güneyinde yaşayan
avcı - göçebe topluluklardır. Bunlar, dünya üzerinde az bulunan eşitlikçi
toplumlardan biridir. Zaman zaman, kimi antropologlar bu “ ilkel ” (!)
toplulukları içlerine girip onlardan biriymiş gibi gözlemlerler. Bu “ ilkeller
” şaşırtıcı derecede misafirperver, riyasız, içten, dost canlısı olurlar.
Bugüne değin bir süre ( bu süre bazen bir yılı geçer ) onları gözlemlemek
amacıyla “ ilkellerle ” kalan
hiçbir antropolog, ne bir şeyini çaldırmış ne ne biriyle tartışmış, hiçbiri
beraber kaldığı kabile üyeleriyle en ufak bir sorun yaşamamıştır. Şimdi size
Antropolog Marvin Harris’in “İnekler,
Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar” kitabından bir pasaj aktarayım:
“Toronto Üniversitesi'nden Profesör
Richard Lee Kalahari Çölü çevresindeki Buşmanları izleyerek onların neler
yediklerini gözlemlemektedir. Buşmanlar işbirliğine çok yatkındırlar ve Lee
onlara minnettarlığını göstermek ister, ancak elinde onlara normal diyetlerini
ve etkinlik modellerini bozmaksızın verebileceği hiç bir şey yoktur. Noel
yaklaşırken Lee, Buşmanların bazen tecim yoluyla et aldıkları köylerin
yakınındaki çölün sınırında olasılıkla kamp kuracaklarını öğrenir. Bir Noel
armağanı olarak onlara bir öküz vermek niyetiyle, cipiyle bir köyden ötekine
gidip çevreyi dolaşarak satın alabileceği en büyük öküzü bulmaya çalışır.
Sonunda Lee, uzak bir köyde, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı inanılmaz
büyüklükte bir hayvan bulur. Bir çok ilkel topluluklar gibi, Buşmanlar da yağlı
etin özlemini çekerler, çünkü onların avlama yoluyla ele geçirdikleri hayvanlar
genellikle yağsız ve sıskadırlar. Lee kampa dönerken, Buşman dostlarını bir
kenara çekerek onlara teker teker yaşamında gördüğü en büyük öküzü satın almış
olduğunu ve onu Noel'de onlara kestireceğini söyler.
İyi haberi duyan ilk adam açıkça
telaşa kapılır. Lee'ye, öküzü nerede satın aldığını, ne renk olduğunu, ve
boynuzlarının büyüklüğünü sorar ve sonra başını sallar. "Ben o öküzü
biliyorum" der. "Tuhaf şey, o hayvan bir deri bir kemiktir! Böylesine
değersiz bir hayvanı siz her halde sarhoşken satın almış olmalısınız !"
Lee arkadaşının hangi hayvandan bahsettiğini gerçekten bilmediğinden emin
olarak, başka birkaç Buşman'a konuyu güvenle açar, ama hep aynı şaşkın tepkiyle
karşılaşır: "Siz o beş para etmez hayvanı mı satın aldınız? Elbette onu
yeriz ama o karnımızı doyurmaz. Yeriz, ama eve yatmaya boş midelerle
gideriz." Noel geldiğinde ve nihayet öküz kesilince, kalın bir yağ tabakasıyla
kaplı olduğu ortaya çıkan hayvan büyük bir zevkle yutulurcasına yenir. Ortada
herkes için yeterinden fazla et ve yağ vardır. Lee yine arkadaşlarına yönelir
ve onlardan ısrarla bir açıklama ister. Durumu kabul eden bir avcı şöyle der,
"Evet, biz elbette öküzün nasıl bir hayvan olduğunu gerçekten biliyorduk.
Ama genç bir adam çok etli bir hayvanı öldürünce kendisini bir şef ya da büyük
adam sanmaya başlar ve geriye kalan bizleri kendisinin hizmetçileri ya da
kendisinden aşağı kimseler olarak görür. Biz bunu kabul edemeyiz. Biz
böbürlenen birini reddederiz, çünkü bir gün onun gururu birini öldürmesine
neden olur. Bu nedenle biz her zaman onun hayvan etinin işe yaramaz olduğunu
söyleriz. Böylece onu sakinleştirir ve yumuşak başlı yaparız."
Avcının sözleri ne kadar doğru: “…bir gün onun gururu birini öldürmesine
neden olur. ” İşte biat kültürünün insanı getireceği nokta budur! Hiç kimse
diktatör olmak amacıyla bir işe girişmez, çevresindekiler onu diktatör yapar.
Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük sürekli onu pohpohlamak, ona biat
etmektir. Biat edilenin sonunda başı öyle bir döner, öyle bir kibre saplanır
ki… Kendisine biat edenleri bile öldürür. Kendini tek hâkim, tek efendi olarak
görür, rahatlıkla şu da denebilir ki bu kişi artık kendini tanrı olarak görür.
Sürekli övgü, sürekli şak şak bir dereceden sonra herkesi aptallaştırır. İşte
bu aptallık da hem onun hem de etrafındakilerin mahvını getirir. Bir zorba da
eni sonu insandır ve takdir edilmek beğenilmek de insan ruhunun bir gıdasıysa
bunu elbette bir diktatör de isteyecektir. Bunu istemekle beraber diktatör insanları
sevmez, onlara güvenmez, kimseyi beğenmez, ruhsal bir cimridir ve bu hiç
kimseye vermediği şeylere de çok açtır. Oburca bir tutkuyla sevilmek,
beğenilmek, hayran olunmak ister. Her durumda ve her zaman sözlerine koşulsuz,
sorgusuz sualsiz itaat ister. Bu neden böyledir? Çünkü sürekli övgüyle, sürekli
şak şakla ruh sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Diktatör artık dizginlenemez
bir hal alır. Azdıkça azar, coştukça coşar. Etrafa büyük bir tahribat verdikten
sonra Dr. Frankenstein’ın ucubesi misali döner kendini yaratanlara da saldırır.
O saatten sonra da hiçbir ahmak kendi yarattığı canavarın kendisinin başını
yemesine seslenemez, seslense de fayda etmez.