7 Nisan 2015 Salı

BARIŞ YA ŞİMDİ YA DA…


Twitter’daki bir bildirim paylaşılmış: Türk ırkı silahlan! İnanamadım; asparagas olması, uydurma olması umuduyla biraz internet’e ( özellikle facebook'a ) baktım daha bu ne ki? İnanılmaz şeyler var. Açık açık katliam çağrısı yapılıyor. AKP biraz sert eleştirilse kıyamet kopuyor, suç oluyor, insanlar gözaltına alınıyor; ama bazı facebook sayfalarında açık açık katliam çağrısı, soykırım çağrısı yapılıyor. Hükümeti eleştiren terörist oluyor ama açık açk katliam çağrıları yapanlar masum. Bu katliam çağrıları hiçbir cezayi müeyyideyle karşılaşmıyor. Çağrı ne ki? Katliamın kendisi cezalandırılmıyor. Gazi katliamını halen hatırlıyorum. Kahvehane taranıyor polis gelmiyor, insanlar öfkelenip yürüyüşe geçtiği an polis anında yetişiyor. Ne o? Ölsen de yürüyemezsin, geber ne var ki bunda sen bir böceksin zaten pislik. 16 Alevi'yi polisler nişan alıp üzerlerine ateş ederek öldürmüştü. Çin'de Uygurlara yapılanın bir benzerlerini burda Alevilere yaptılar. Aleviler öldürülürken Uygurlara ağlayan güruhun, ağzı kulaklarındaydı. Tamam Uygurları da savun ama el insaf dünyanın öbür ucundakilere ağıt yakarken burnunun dibinde olanı da görsene be adam. Beki biraz da haksızlık ediyorum Çin’e. Çin’de Uygurlara Çinliler kendi dinlerini de dayatmıyor zorunlu din dersiyle bildiğim kadarıyla. Burda Alevilere yapılansa acımasız bir asimilasyon. Yıllarca Alevileri ve gayrımüslimleri katliamlarla, pogromlarla yok etmeye uğraştılar; ama tam kökünü kurutamayınca öldürerek yok edemeyince şimdi de asimilasyon girdi devreye.
Özerklikleri de var Uygurların, anadilde eğitim alıyorlar. Hatta Çin'de Uygur'un cenazesi istediği yerden kalkar, zorluk çıkarmazlar. Burda? Burda ölen Alevi askerin cenazesine filan siyasetçi gelecek diye jandarma gitti ve cesedi silah zoruyla gasp etti. Adamın ölü bedenini silah zoruyla cemevinden alıp camiye götürdüler. Yasal kolluk güçleri bir cesedi gasp ediyor inanılır gibi değil. Bunun 21. Yüzyıl’da yaşanması ayrı bir kepazelik. Burda azınlıkların yaşaması zordu, şimdi ölünce de zorluk bitmiyor. Ölülere de rahat yok.
Alevilerle Sünniler, Türklerle Kürtler, Osmanlıcılarla Kemalistler, Müslümanlarla gayrımüslimler birbirinin gırtlağına çökerken. Birileri milyonları sıfırladı bile. Onlar milyonları sıfırlarken halk da farklılıklarla bir arada yaşama kültürünü, sevgiyi ve bir kısmı ise özsaygıyı sıfırladı. Kendine saygısı olmayanın başkasına saygısı olur mu? Kendini birilerinin ..tündeki kıl yerine koyan biri kendinden olmayana saygı duyar mı?
Türk ırkı silahlan haa? Silahlanınca ne yapmayı planlıyorsunuz işe kimden başlayacaksınız? Alevilerden mi, Kürtlerden mi yoksa gayrı müslimlerden mi önce hangisini gebertmek istiyorsunuz? Yahu biraz utanın, biraz haya edin. Çok değil, az bir şey... O kadar da zor değildir yaptığı bir yanlıştan dönmek. Bir boks maçı yapılıyor Türk boksör rakibini yeniyor iyi güzel tam tebrik edeceğiz o ne? Boksörün resmi altındaki yazı şöyle başlıyor: “Ermeni piçini yenen …” Zaten 6-7 Eylül olaylarında “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır; Rumlar piçtir piç kalacaktır!” diye bağırıyordunuz. Haydi diyelim ki onlar piç, siz nesiniz? Siz bu ülkede hayırlı ne yaptınız? Dönün bir geçmişinize bir bugüne bakın. Hangi ara sizin katliam, tecavüz, küfür ve bölücülükten gayrı kârınız oldu? Büyük Trakya Pogromu’yla mı, Ermeni ve Rumlara piç demenizle mi, Maraş’taki katliamla mı, 6-7 Eylül pogromunuzla mı, Sivas’taki pisliğinizle mi, Hrant Dink cinayetiyle mi övüneceksiniz? Hayırlı ne iş yaptınız bugüne kadar? Ülkenin dört bir yanı ABD üsleriyle doluyken, (Büyük Ortadoğu Koalisyonu) BOK’un içerdeki uzantıları Güneydoğu’ daki toprakları Siyonistlere peşkeş çekmeye kalkarken silahlanmayı aklınıza bile getirmiyorsunuz. Şimdi iş azınlıklara saldırmaya, savunmasız insanlara firavunluk yapmaya gelince aslan kesildiniz.     
Tarih 19 Kasım 2014 Ç.Ü.de sıradan bir gün(dü). Bir grup kütüphanenin önündeki alanda sabahtan beri halayını çekiyor, şarkılar söylüyor… Etrafı rahatsız etmemek için de alçak sesle yapılıyor. Ama bunlar Kürtçe şarkılar… Şarkı Kürtçe olursa rahatsız olan elbette olacak. Ortada hiçbir taşkınlık, kavga gerilim yok(tu). Taa ki Karadeniz Kafe’nin önündeki duraktan insan görünüşlü onlarca yaşam formu ana avrat küfrederek, eğitim fakultesinin önünde park halindeki otomobillere tekmeler, yumruklar indirerek; halay çekenlere doğru “Ulan o…pu çocukları! Buranın Allah’ı biziz, ananızı s…ceğiz!” diye hayvani homurtularla yürüyünceye kadar. Kalkanlı ve coplu polisin önce önünden geçtiler, polis ekipleri hiçbir şey yapmadan seyretti… Ardından Kütüphane önündeki öğrencilere saldırdılar. Polisler, bu güruhu durdurmak şöyle dursun; güruhla yan yana koşarak halay çekmekten başka suçu olmayan insanlara saldırdı. Kampüs boyunca döne döne kaçmaca kovalamaca, kavga kıyamet… Sonrasında ne oldu? Hiiç… Büyütülecek bir şey yok ki canım. Ne diye anlatıyorsun, yoksa provakatör müsün?
90’lardaki korkunç pogromları çok iyi hatırlıyorum. Sivas olsun, Gazi olayları olsun… Yaşım buna müsait. AKP  hükümetinin de “Türk ırkı silahlan!” diyenlerin de ve pek çok siyasetçinin de anla(ya)madığı şu ki savaş “ha” diyince başlar; ama “ha” diyince bitmez. Savaşı istediğin zaman başlatırsın ama istediğin zaman bitiremezsin. İşte bu yüzden “Barış Süreci” ya da “Müzakere Süreci” ya da Milliyetçilerin deyimiyle “İmralı’yla pazarlık süreci” ( artık adına her ne derseniz diyin hiç önemli değil ) aylardır sonuç vermiyor. Sen bir taraftan müzakere yap diğer taraftan sana “Parası neyse vereyim silah sat bana, beni öldürüyorlar” diyene silah verme. Hani şu İŞİD’e bedava verdiğin silahlardan İŞİD’le savaşanlara parayla verme. Sonra “ Tamam yardım etme, silah da verme bırak da Irak’takiler gelsin, Türkiye’den gönüllüler gelsin; benimle Kobane’de savaşsın, bu İŞİD bizi yok etmek istiyor ” diyene sırtını dön. Üstüne “Kobane düştü düşecek” de. Sonra Kobane eylemlerinde kırk kişi ölsün. Sonra da kalk utanmadan “barış” tan bahset. Haydi bakalım rahat rahat gerilim yarattın, rahat rahat savaş açtın ama ya BARIŞ? Barışı getirmek o kadar kolay mı? Bunu söylemek istemiyorum ama BARIŞ ya hemen şimdi, ya da… Söylemek bile istemiyorum.     

20 Şubat 2015 Cuma

Becerikli hırsızlar ve şaşkın rakipleri

Siyasetçilerimiz tuhaf kendi tabanlarına özgürlük vermekten çok kendi tabanlarından olmayanın özgürlüklerini kısıtlamaya gayret ederler. İnsanımız tuhaf, gider o siyasetçilere oy verirler. Biraz daha somutlaştıralım diyelim ki bir parti cemevlerine ibadethane statüsü vermiyor, bu aslında kendisini o partiye yakın gören tabana hiçbir yarar sağlamıyor ama taban, partisi Alevileri horlayıp dışlayınca sanki partisi kendisi için iyi bir şey yapmış gibi zevkten dört köşe oluyor. Oysa partinin bu tutumu kendi tabanı ile ilgili değil Alevilerle ilgili. Buna karşılık başka bir parti cemevlerini ibadethane olarak kabul ediyor, bununla beraber taşeronluk sistemini kaldırmayı vaat ediyor. Ama bazı kişiler Alevilerin özgürce ibadet edebildiği bir Türkiye'de taşeronluktan kurtulup insan gibi yaşamaktansa Alevilerin ikinci sınıf vatandaş olduğu bir Türkiye'de sürünmeyi tercih ediyor. Sırf bu yüzden Alevi düşamnı partinin taşeronluğu daha da yaygınlaştırması hatta kendisinin de canına okuması pahasına gidip o partiye oy veriyor çünkü o parti Alevilere ibadethanelerini vermiyor. Oooh, iyi ediyor!İnsanımız kendisine ne verileceği ile ilgilenmiyor, başkasından neyin esirgeneceği ile ilgileniyor. Diğer bir deyişle bana bir şey verme, ötekinin elinden bir şeyi al daha iyi, diyor. Peki bu durum kimin işine geliyor?
Millet birbirine girmiş herkes birbirinin gırtlağını sıkarken bazıları da deveyi hamuduyla götürmenin derdinde. Benim başörtülü bacımla benim mini etekli bacım birbirinin saçını başını yolarken, benim sakallı dayımla benim kulağı küpeli biraderim birbirine tekme tokat dalıyorken birileri güzel güzel götürüyor. Eskiden hırsızların klasik bir numarası varmış, birbirleriyle kavga ediyor gibi yapıp kavgayı ayırmaya geleni avlarlar, milletin cebinden cüzdanını çalarlarmış. Şimdiki hırsızlar birbiriyle kavga etmiyor, artık taktik değişti. Şimdi hırsızlar milleti birbiriyle kavga ettiriyor.
Birileri işte bunun farkında. Gerilim siyaseti bir an için bırakılsa, bir an için ülkenin insanları birbirine saygılı olsa gözler hırsıza dönecek. Yaptığı hırsızlıkların hesabı sorulacak ama insanlar birbirinin gözünü oymaya öylesine şevkle girişmiş ki kimse hırsıza bir şey demiyor. Hırsız da bir tarafı parmağıyla diğer tarafa işaret ediyor, sürekli ortamı geriyor. Çünkü hırsız da biliyor ki gerilim, toplumsal kutuplaşma bir dursa insanlar dönüp hırsıza bakacak ve ulan sen bizi ne diye söğüşlüyorsun, diyecek. Bu da doğal olarak hırsızın sonunu getirecek.
Başka oluşumlara "düzen partisi" diyen Marksistler de artık özeleştirilerini yapmalı Marksistlerin belli başlı birkaç hataları var:
1. Her şey, her türlü iyileştirme, belirsiz bir gelecekte gerçekleşecek "devrim" sonrasına tehir edilmiş. Kusura bakmayın ama insanların bir durumunda ufacık bir iyileşme yaratmak için ille de devrim sonrasını beklemek gerekmiyor. Bu demek değildir ki devrim fikrinden ya da devrimcilikten vazgeç. Sadece her şeyi devrim sonrasına ertelersen inandırıcılığın ve güvenilirliğin kalmaz. Hiçbir şeyi iyileştirmeden insanları çağırıyorsan insanların sana güvenmesi için ufacık bir sebep göster. Ama bu sebep belirsiz bir geleceğe kadar ertelediğin planlar olmasın.
2. Marksistler şu an (güçleriyle ve cüsseleriyle oldukça orantısız bir şekilde) en güçlü kurum ve kuruluşlara kafa tutuyorlar ve sürekli kavga ediyorlar. Güçlerini örgütlenmek için değil, halkla iyi ilişkiler kurmak ve kendilerini halka anlatmak için değil de devletle kötü ilişkiler kurmak, devletle kavga etmek için harcıyorlar. Bu bir yarar sağlamak şöyle dursun sadece ve sadece zarar verecektir.
3. Politik grupların içinde diğerlerinden daha açık fikirli daha demokrat olmak şöyle dursun birine gidin Lenin'i eleştirin az biraz demokrat bir dindara Hz. Muhammed'i eleştirdiğinizde almayacağınız tepkiyi size Maksist arkadaş verecektir. Bir HDP'li ile konuşurken Selahattin Demirtaş'ı eleştirebilirsiniz, kıyamet kopmaz ama bir Marksist sırf Demirtaş'ın bir iki davranışını beğenmediğiniz için sizi "Kürt düşmanı, pis şoven" vs. yapar. Dikkat edin Kürt hareketini değil sadece Demirtaş'ı eleştirmek yeterli. Kaldı ki hareket de eleştirilmez değildir. Bir şeyleri tenkit etmek de kimseyi pis bir faşist yapmaz.
4. Kimi Marksist arkadaşlar kafayı Kemalistlere öyle takmış ki. AKP ile kavga etmek yerine üstünden buldozer geçmiş Kemalistlerle kavga ediyorlar. Hatta bazıları ( AKP'li Marksist nasıl oluyorsa artık o da oluyor güzel ülkemde ) her koşulda, her şartta AKP'yi savunduğu gibi AKP'yi eleştiren herkese "Kemalist, ulusalcı, CHP'li" diye etiketlemeler yapıyor
Bunu dediğim için şimdi de "hain" ilan edilirsem hiç şaşırmayacağım söyleyeyim. Hatta "hain" ilan edilmezsem o zaman şaşıracağım. Yapılan en ufak bir eleştiride eleştiri sahibinin yemediği laf kalmıyor. Hakkını yemeyelim Türkiye'de Marksistlerin taviz vermediği bazı noktalar da var. Mesela ne zaman birileri "Sosyalistim" dese illa ki biri çıkıp der ki "Sosyalistim deme, olmaya çalışıyorum" de. Aman da aman ne önemli! İşte böyle boş şeylerle uğraşıldığı için bir arpa boyu yol kat edemiyoruz zaten. Laflarımın havanda su dövmek olduğunu biliyorum. Neler denildi, ne emekler harcandı; ama bugüne değin pek bir şey değişmedi. Artık ben de yıldım, teslim bayrağını çektim, siz bu burjuvaları sömürgenleri değil ama mücadele etmek isteyen pek çok kişiyi pes ettirdiniz tebrik ederim.

T.C. (Tecavüz Cumhuriyeti)

Hani Erdoğan " Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz" dedi ya. Çok haklı. Gerçekten bu tecavüz ve cinayetlerde acaba siyasi iktidarın hiç rolü yok mu? Eylemde kemiği kırılan bir kadından bahsederken "Kadın mıdır kız mıdır bilemem" diye konuşan, üstüne vazifeymiş gibi bir eylemcinin bekaretini sorgulayan birinin kadına ne gözle baktığı zaten ortadadır. Hele hele birine tutup da "Ananı al!" diyip anaya küfreden biri annelere saygıdan hiç bahsetmesin. Erdoğan, konuşurken sık sık "Ben annemin ayağının altını öperdim" diyor. Kendisi tutup da annesinin ayağının altını öpen biri başkasının anasına bu kadar rahat sövüyorsa o kişide anne sevgisi yoktur. Bunun adı olsa olsa bencilliktir. Gözatındaki kadınlara tecavüz eden Sedat Selim Ay terfi ettirilerek İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünden sorumlu il emniyet müdür yardımcısı olduğunda tartışmalar devam ediyorken kadınlara karşı büyük bir saygı besleyen başbakanımız terfiyi savunup "Polisimi yedirtmem!" demişti. Sedat Selim Ay, T.C. mahkemelerince işkenceden iki kez suçlu bulundu. Yargıtay, "ceza eksik" deyip kararı bozunca zamanaşımından kurtuldu. Ceza az deniyor karar bozuluyor ve suçlu hiçbir cezaya çarptırılmıyor. AİHM Sedat Ay yüzünden Türkiye'yi üç kere tazminat ödemeye mahkûm etti.  İşte böyle rezalet bir terfi yaşandı 2013 yazında. "Yahu tecavüzcü terfi ettirilir mi?" diyene de Erdoğan insanın tüylerini diken diken edecek bir yanıt veriyor: "Polisimi yedirtmem!" Kadınlara kaç çocuk doğuracağını söyleyip ertesi gün hapının (hapı alanları fişlemek için) reçetesiz satışını yasaklayan bir hükümetin kadına zerre kadar değer vermediğini anlamak için alim olmaya gerek yok. Doğrusu bir ülkenin başbakanının bu şekilde davranması da bazı kadınların ona oy verip onu alkışlaması da insanın tüylerini diken diken ediyor.
Sana ne buyrulur "şeyini şeyettiğimin şeyi" Arınç? "Kadın iffetli olacak, kahkaha atmayacak" öyle mi? Kimbilir belki de bu tecavüze uğrayan tüm kadınlar yolda kahkaha atmıştır. Yapılan bin bir türlü rezillikle, sayısız kepazeliklerle Kadınlarda kahkaha atacak hal mi bıraktınız ki? Bir kadın tuttu internet sansürünüzü eleştirdi hiç utanmadan sıkılmadan kalkıp kızın yaşındaki kadın için "Sayın Boyner ve düşüncesindekiler iktidara gelirse her şeyi, porno sitelerini de şiddet yayanları da öldürme tarifleri yapanları da serbest bırakabilirler'' dedin. Kadına bakışınız bu denli tuhafsa "özgürlük" diyince aklınıza hemen "porno" geliyorsa sağa sola kılçık atarken arada dönüp kendinize de bakmalısınız.
Bırakalım kadınlarla ilgili tutumlarını Erdoğan kendisine yönelik en ufak bir eleştiride bangır bangır bağırıyor, hakaretler yağdırıyor. Eleştiriyi yapanı korumalarına dövdürüyor hatta bazen korumalarına arkasını dayayıp kendi de dövüyor; ama bu çok korkakça bir davranış. Adam dövmenin bile bir haysiyeti vardır. (Soma'yı hatırlayın) Gazete patronunu arayıp gazeteciyi işinden kovduruyor, TÜSİAD'a açıktan cephe aldığını, Merkez Bankası'na nasıl saldırdığını da gördük. Bu nedir biliyor musunuz? Bu karısının kendisine yönelik en ufak bir eleştirisinde kadını döve döve hastanelik eden ya da bıçaklayan kocanın tepkilerinden farksızdır. Erdoğan, kadına şiddet uygulayan karısını döven, bıçaklayan kocaların yaptığını yapıyor. Kendisi istediğini söylesin bu yaptıkları durumun ne olduğunu gösteriyor. Zaten AKP reklamları demiyor muydu "Ben lafa değil icraate bakarım" diye? Gelin biraz daha icraate bakalım. AKP 2002 yılında iktidara geldi ve 2002'de 66 kadın cinayeti kayıtlara geçmişti. Bu rakam 5 yıl sonra 2007'de 1011'e ulaştı.[1] Kadın cinayetleri 5 yılda % 1531(Yüzde bin beş yüz) artış gösteriyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.
"Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre; 2006'da 528, 2007'de 473, 2008'de 577, 2009'da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.

2005?2010 yılları arasında, 100 binin üzerinde kadın cinsel saldırı sonucunda mağdur olmuştur. Mağdur kadınların yüzde 40'ı hiç şikâyetçi olmamıştır. Kadınların korktukları için şikâyetçi olamadıkları da istatistiklere geçen bilgiler arasındadır. Şikâyetçi olmayan mağdur kadınların oranını yüzde 40 olarak tahmin ediliyor ki, bu oranı göz önüne alırsak yukarıda ki (TÜİK.) istatistiksel verilerinin ancak gerçeğin yarısını ortaya koyduğunu göstermektedir."[2]
Nabi Avcı dün gayet rahat şu sözleri sarf etmiş: "Biz zaten eğitim müfredatında yaptığımız düzenlemelerle özellikle şiddet konusunda, cinsiyet eşitsizliği konusunda, demokratik eğitim konusunda, farklı görüşlere, tutumlara hoş görüyle yaklaşma konusunda gerekli düzenlemeleri yapıyoruz." Aman ne güzel! Avcı'ya hatırlatırım sizin seçim sloganınızdı: "Ben lafa değil icraate bakarım!" Hüseyin Çelik, dekoltesi yüzünden kadın sunucuyu işten kovdurur, Bülent Arınç içki yasağından internet sansürüne kadar her konuda lafı dönüp dolaştırıp sekse getirir, kesmez hızını alamaz başkasının karılarına kızlarına (Boyner'e yaptığı gibi) sözlü cinsel tacizde bulunur. Sonra? Sonra da dağa taşa afiş yapıştırırsınız "Kadına şiddete hayır!" diye "Tecavüz insanlık suçudur!" diye. İşte muhafazakarlaşıp bir şeriata doğru evrilmenin doğal sonucu budur. Halen AKP peşinden koşanlara diyecek tek laf var: Sandığa giderken kendini, karını, kızını, bacını, ananı düşün!
Bir düşünün, tecavüze uğrayan delilleri yok etmemek için duş almayacak, elbiselerini hemen bir torbanın içine koyacak, gidip bir sürü erkek polise tecavüze uğradığını söyleyecek, muayeneye yollanacak, tecavüz travmasını yaşarken çırılçıplak soyulup muayene edilecek, sorulan sorularla yarası bin kez daha deşilecek, savcılığa dilekçe verecek. Hukuki süreç başlarsa davalara gidecek. Mahkemede olayı defalarca kez anlatacak, ve bu travmayı sayısız kez tekrar tekrar yaşayacak. Gazeteler adını soy adını yazıp, boy boy resimlerini yayımlayıp insan içine çıkamaz hale getirecek. Mahkeme yıllarca sürecek ve sanıklar sonunda büyük ihtimalle beraat edecek. Tecavüze uğrayan bir de üstüne mahkeme masraflarını ödeyecek.
Fethiye'de bir kadın 2007'de 8 erkeğin tecavüzüne uğradığını söyleyerek şikayetçi oldu. Tam beş yıl mahkemelerde kadının yarası tekrar tekrar deşildi olay tekrar tekrar anlattırıldı. Beş yıl sonra 2012'de tüm sanıklar beraat etti. Kadın tecavüze uğramadığı halde iftira atmış ve yıllarca kendi kendine bu işkenceyi yaşatmış. Öylesine tecavüze uğradığını söylemiş, öylesine yıllarca mahkemelerde sürünmüş, öylesine kendi kendine işkence etmiş. Oysa AİHM ne diyor: "Tüm çabalara rağmen yeterli delil toplanamazsa mağdurun beyanı esastır." [3]İşte suçlular değil de mağdur cezalandırılırsa olacağı bu. Toplumsal algıda ve muhafazakar bakış açısında sanık olan, suçlu olan tecavüz eden değildir, suçlu mağdurdur. Her ne kadar tecavüzcü sanık sandalyesine otursa da toplum muhafazakar ahlakıyla mağduru sanık sandalyesine oturtur. Kimsenin yüzüne bakamayan, hatta evinden semtinden taşınmak zorunda kalan tecavüzcü değil mağdurdur. Mağduru sanık sandalyesine oturtanlara: Tüküreyim ahlakınıza da, namusunuza da, temiz(!) vicdanınıza da!

[1] http://www.antoloji.com/turkiye-de-kadina-yonelik-siddet-olaylarina-rakamlarin-diliyle-bakis-siiri/
[2] http://www.antoloji.com/turkiye-de-kadina-yonelik-siddet-olaylarina-rakamlarin-diliyle-bakis-siiri/
[3] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar_ogunc/pardon_fethiyede_de_tecavuz_yasanmamis-1086455

Erdoğan, kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu!

Geçtiğimiz günlerde ABD'nin Kuzey Carolina eyaletinde üç Müslüman öğrenci öldürüldü. Erdoğan bugün Meksika'da ABD Başkanı Barack Obama'yı eleştirdi. Öncelikle şunu söylemek gerek ki Erdoğan'ın zaten ABD ile arası bozuk. Gülen ABD'de ikamet ediyor ve ABD'den izin almadan AKP'nin yaptıklarını saçıp dökecek bir 17 Aralık Operasyonu yapamaz. Zaten Erdoğan Gülen'i istiyor ABD vermiyor çünkü Gülen her şeyi ABD'nin icazetiyle yaptı. Erdoğan da ABD'de artık eski popülaritesi olmadığını biliyor. Zaten ABD ile arası bozuk, bunu bile değerlendirip adeta sinekten yağ çıkarmanın peşinde. Zaten ABD ile arası limoni olan Erdoğan'ın üç genç için Obama'ya "Neredesin?" demesi tamamen iç politikaya dönük bir aldatmaca. Erdoğan samimi değil, tribünlere oynuyor. Öldürülen bu üç genci seçim malzemesi olarak kullanıyor. Neden mi? Hemen açıklayayım. 2003'te ABD askerleri Bağdat'ta onbinlerce Müslüman'ı katlederken Erdoğan ağzını açmamışt. Bir dakika ağzını açmıştı ya. Açmıştı açmasına da ağzından neler çıkmıştı hatırlayabiliyor musunuz? Ben hatırlıyorum. Erdoğan demişti ki: "ABD'nin Irak'ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız."  [1] Sen tut ABD binlerce Müslüman'ı katlederken szin için duacıyız, de. Sonra da üç kişi ölünce birden hasasaslığın tutsun, doğrusu çok ilginç. Erdoğan, sen bu öldürülen üç genci oy avcılığı için seçim malzemesi yapmaya hiç utanmıyor musun? Az da olsa utanmıyor musun?
Erdoğan konuşmasının devamında bakın neler söyledi. Öyle laflar etti öyle bir cümle kurdu ki. Kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu desem yeridir. Ölen üç kişi için ABD başkanına seslenen Erdoğan: " Ben Sayın Obama'ya sesleniyorum, 'Neredesin Başkan' diyorum" dedi. Doğrusu Erdoğan çok hassas, dünyanın öbür ucunda ölen üç Müslüman için büyük bir duyarlılık gösteriyor. İyi hoş da Aralık 2011'de Uludere yakınlarında  Türk Hava Kuvvetleri'nin, F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Müslüman ölmüştü. Yani ABD'de ölenlerin 10 katından fazlası burada Erdoğan'ın burnunun dibinde öldü. Erdoğan olayın takipçisi olmak yerine olayı örtbas etti, katilleri korudu. Eğer samimiysen Erdoğan, üç yıldır sen neredesin?
Sonrasında Erdoğan ne dedi biliyor musunuz: "Biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz." İşte bu sözleriyle Erdoğan, kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu. Demek ki Uludere'den de, Kobane eylemlerinde ölen kırk civarında Müslümanın ölümünden de, Gezi Parkı protestoları sonucu ölen 10 Müslüman gencin cinayetinden de Erdoğan sorumlu. Bakınız Erdoğan konuşmanın devamında ne diyor: "Halk size oylarını verirken 'Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın' diye veriyor."  Evet, çok doğru Erdoğan'ın bu cümleyi tam da Yılmaz Koçyılmaz'ın ölümünden sonra söylüyor. Muhalefet Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunmuyor ama Erdoğan, resmen kendi kendini ihbar ediyor. Kendi hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Üç muhalefet partisi de uyuyor. Yahu bu suç duyurusunu sizin yapmanız gerekmiyor mu? Ben sizin gibi muhalefete artık ne diyeyim? Sizin gibi muhalefetin ağzına turunç sıkayım e mi! Allah sizi bildiği gibi etsin!


[1] http://www.wsj.com/articles/SB104907941058746300




Algı yönetimi (P. R.)

Geçen yaz İsrail'in bir ay kadar süren saldırılarında 1.500 Filistinli Müslüman öldü. Tekrar ediyorum bir ayda 1.500. Kesinlikle vahşetti, kabul edilemezdi. İslam dünyası ayağa kalktı, nümayişler yapıldı. Olması gereken de buydu, buraya kadar bir anormallik yok. Geride bıraktığımız ocak ayı içinde ise Nijerya Baga'da Boko Haram denen örgüt ne yaptı söyleyeyim mi? 2000 kişiyi tek bir saldırıda katletti. Yalnız bu 2000 bir aylık toplam sayı değil. Sadece tek bir saldırı sonucu Baga'da 2000 Müslüman öldürüldü. İslam aleminden çıt çıkmadı. Şimdi Afrika'yı bırakıp biraz yukarı çıkalım. Ortadoğu'da İŞİD'in öldürdüklerini artık sayamıyoruz. İŞİD'in birkaç yılda öldürdüğü Müslüman sayısı İsrail'in öldürdüklerini üçe beşe değil yirmiye otuza katlar. Ayrıca İsrail mermiyle, bombayla öldürüyor. İŞİD bıçakla kafa kesiyor, diri diri yakıyor. En insanlık dışı, en aşağılık işkencelerle öldürüyor. Gel gör ki yine Müslümanlardan ses yok. Algı yönetimi nedir, PR (Public Relations) nedir? Algı yönetimi işte budur. Bunun tanımını yapmak yerine yukarıdaki örneği verdim. Öyle sanıyorum ki algı yönetimini hiçbir tanım yukardaki örnek kadar iyi açıklayamaz. Şimdi eğer bilmeyen varsa "algı yönetimi"nin ne olduğunu sanırım anlamıştır.
Tekrar ediyorum kesinlikle İsrail'i savunmak gibi bir niyetim yok. Mesele insanların ölmesi mi yoksa kimin öldürdüğü mü? Öyle görünüyor ki mesele masum insanların ölümü değil; mesele insanları kimin öldürdüğü. İslam alemi artık kendine bir çeki düzen vermeli, Yahudi ve Hristiyan katillere gösterdiği tepkiyi Müslüman katillere de göstermeli. Gazze'de öldürülen Sünni Müslümanlar için hissettiği duyguları Suriye'de öldürülen Nusayrıler, Ezidiler; Irak'taki Şiiler için de hissetmeli. İsrail Gazze'ye bomba attığında hissettikleriyle El Qaide'nin Londra metrosuna yaptığı bombalı saldırı sonucu hissettikleri farklı olan varsa naçizane tavsiyem şöyle bir kendini yoklasın.

QIN SHI HUANG DI

Milattan önceki yıllarda Çin'de siyasi birlik yoktu. Başlangıçta birbirinden bağımsız çok sayıda küçük beylik vardı. Daha sonra bunlar savaşa savaşa birbirini ilhak ede ede yedi güçlü beylik ayakta kaldı. Bu beyliklerden birinin adı Çin'di. Burda M.Ö. 247'de tahta 13 yaşında bir prens oturdu.[1] Bu prens Ying Zheng'ti. Bir süre sonra Ying Zheng diğer tüm beylikleri ilhak ederek Çinlileri tek bayrak altında topladı. Bu bir ilkti, ilk defa birileri tüm Çin'i bir araya getirip birliği sağlamıştı. Bundan dolayı kendisine "Çin'in İlk İmparatoru" anlamına gelen bir unvan veriliyor: "Qin Shi Huang Di" (Çin Şi Huanğ Di şeklinde okunur)

İlk imparator Çin'in yazısını, devlet yönetimini, eğitimini, hukukunu ve ölçü birimlerini standartlaştırdı. Güçlü bir merkezi yönetim kurdu.[2] Sadece güçlü bir merkezi yönetim kurmakla da kalmıyor, imparator adeta herkes kendi gibi düşünsün istiyordu. Düşüncelerine, fikirlerine karşı çıkan ya da ufak bir muhalefette bulunan olursa onu direkt olarak öldürtüyordu. Diktatör ve öldürtmek diyince aklıma geldi de. Güzel yurdumda diktatörlükle itham edilen birileri "Ben diktatör olsam seni sallandırırdım" gibisinden tuhaf laflar ediyor. Bu lafı eden de bunu bu diktatörden 22 asır sonra yapılıyor. 2.200 yıl öncesinde yaşasaydık bu mümkündü, bir diktatör canının istediğini öldürtürdü; ama 2010'larda hem de Avrupa'nın burnunun dibinde hiçbir diktatör kimseyi öyle canının istediği gibi sallandıramaz. Bu sözü söyleyen de sadece yapamadığı arzusunu ortaya koyan bir diktatördür. Diktatör olmadığını söylemeye çalışırken diktatör olduğunu adeta belgeleyen birini de ancak tebrik edebilirim. Biz yine Qin Shi Huang Di'ye dönelim.

Geçmişe dair araştırmaları, kendisinden önceki dönemleri merak etmeyi bile yasaklayan İmparator Qin Shi Huang Di, kendinden önce yazılan tüm kitapları yaktırıyor. Bu icraat İskenderiye Kütüphanesi'ndeki kitapların Hz. Ömer tarafından yaktırılmasından sonra tarihin en büyük bilgi katliamıdır. Qin Shi Huang Di kendinden önce yazılan bu kitapları koruyan ya da bulundurana raslarsa da onu öldürtüyor. Hatta bu kitap düşmanı, zalim diktatör: "Şangay'da atılan okla Pekin'de yazılan yazıların bir farkı yoktur!" diye bir söz bile söylemiştir. Çin'in ilk imparatorunun Çin'de kurduğu yönetim bizde birbirine düşman iki vesayet rejiminin ikisine de çok çok benziyor. Bizde aslında birbirinden fazla farkı olmayan iki vesayet de aynı Shi Huang Di gibi kendinden öncekiyle hesaplaşmanın derdine düştü, muhalefeti baskı altına aldı, kitapları yasakladı. Bununla beraber her iki vesayetin şakşakçıları da kendi taraflarının diğerinden çok farklı olduğunu iddia ederler. Varsın etsinler. "Görünen köy kılavuz istemez"

Tarihte hiçbir tiranın hiçbir diktatörün "Ben, zalim bir diktatörüm" dediği vaki değildir. Zalim tiran Qin Shi Huang Di de böyle bir şey dememiş. Tam tersine Çin halkına yaptığı konuşmalarda "Efendiniz değil hizmetkârınızım" diyormuş sürekli. Yaptığı sansürün de halkın iyiliği için olduğunu söylermiş. Kendisine yapılan muhalefete tahammülü olmadığını itiraf edecek değil tabii.

Pek çok narsistik ruh hastası öldükten sonra da hatırlanmak asla unutulmamak ister. Bu nedenle narsist liderler görkemli yapılar yaptırmanın derdine düşmüşlerdir. Mesela bir diktatör çıkar kendinden önceki liderlerin rahatça sığdığı saraya sığamaz ve kalkar halkın parasıyla kendine yeni, görkemli, pahalı bir saray yaptırır. Qin Shi Huang Di de hem Çin Seddi'ni yaptırmış hem de daha sağlığında kendisine eşsiz bir mezar yaptırmaya başlamış.  İkisinin de yapımında sayısız insan çalışmış ve çok sayıda kişi ölmüştür.  Bu da hem insan gücü hem mali kaynaklar açısından inanılmaz bir israf anlamına gelir. Ama bu israf önemli değildir. Önemli olan şey hatırlanmaktır, bu semboller tiranın ölümünden sonra da kalacak ve insanlara onu hatırlatacaktır. Narsistlik işte böyle bir illettir. Narsist insanlar işte böyle bencil ve gaddardır. Hayırdır inşallah, bu zalim tiranın bir iki kişiye acayip bir benzerliği var ama kimlere benzediğini bir türlü çıkaramıyorum. Shi Huang Diler hep vardılar zaten, bunlar Çin'de Huang, İtalya'da Duce, Almanya'da Führer oldular. 22 asır sonra bugün öldüremiyorlar, evet güçleri yetmediğinden öldüremiyorlar; ama bugünün Huangları eskisi kadar gaddar. Bugünküler de kitap düşmanı, kitabı daha basılmadan yasaklıyor, yazarını içeri attırıyor, gazeteciyi bir telefonla işinden kovduruyor, kendine uşaklık eden hırsızları koruyup kolluyor, bir yandan kendi de deveyi hamuduyla götürüyor.

Bugünün Huang'ına bir diyeceğim yok; ama bugünün tebaasına diyeceğim çok şey var. Haydi 22 asır öncekiler bir şey bilmiyor, baştakini kutsal belliyor ve onun peşinden gidiyordu. O zamanlar radyo, TV, internet yoktu. Kitap böyle bol ve ucuz,  (hatta bazen ücretsiz) erişilebilir değildi. Haydi bunlara erişemeyeni yine anlarım da bugünün üniversite görmüş tebaası bugünkü Huanglara nasıl tapıyor, onların nasıl bir yerinin kılı oluyor ben işte bunu anlayamıyorum.

[1] https://www.awesomestories.com/asset/view/YING-ZHENG-First-Emperor-of-China
[2] http://www.enchantedlearning.com/subjects/greatwall/Emperor.html




4 Şubat 2015 Çarşamba

İMPARATORUN İLERİ DEMOKRASİSİ



Söz gelimi birine “Sana tokat atacağım” dedim ve bunu dedikten bir süre sonra gittim suratının ortasına okkalı bir tokat patlattım. Bunu önceden söylemiş olmam yapılan eylemi suç olmaktan çıkarır mı? Gerçekten merak ediyorum acaba “Bu durumda eylem suç olmaz; çünkü sen bunu önceden söylemişsin” diyecek biri çıkar mı? Erdoğan tarafsızlık yemini etmiş biri olarak, hiç de tarafsız davranmıyor. Bu durumu savunmaya kalkanlar da ama o bunu önceden söylemişti, diyor. Evet, Erdoğan tarafsız olmayacağını partili bir cumhurbaşkanı olacağını önceden söylemişti. Söylemesine söylemişti de… Bu durumda Erdoğan’ın ana yasayı ayaklar altına alması suç olmuyor mu? Bu nasıl bir mantık? Suç işleyeceğini, hukuku çiğneyeceğini önceden söylersen suç işlememiş mi oluyorsun? Bir insanın suç olan eylemi işleyeceğini önceden söylemesi eylemi suç olmaktan çıkarmaz; bu durum iki şeyi gösterir: 1) O kişi suç işlediğinin bilincindedir. 2) O kişi suçu hiç de utanmadan, adeta sağa sola ilan ederek işlemektedir.
Erdoğan, bir cumhurbaşkanı olarak kalkıp AKP’ye oy istiyor, muhalefete Davutoğlu’ndan daha fazla yükleniyor… Resmen anayasayı çiğniyor, kanunları ve hukuku hiçe sayıyor. Kimse de buna karşı güçlü bir ses çıkaramıyor. Yani tuhaflıklar ülkesi Türkiye’de Erdoğan, muhalefetin eline altın tepsi içinde müthiş bir argüman sunuyor. Adeta “Alın beni bununla vurun!” diyor. Muhalefetse ses çıkarmıyor. Hani derler ya “Bazen bir tarafın başarısı kendi zekası sayesinde değil de karşıdakinin noksanlığı sayesinde olur.” Tam o hesap.
 Erdoğan sanki bir başbakan gibi Bakanlar Kurulu’nu topluyor… Evet, Bakanlar Kurulu’nu toplama yetkisi cumhurbaşkanına verilmiş. Burası doğru ama bunun bu kadar keyfi yapıldığına şahit olan var mı? Bu olağanüstü durumlar için verilmiş bir yetki (ya da hak). Bugüne kadar hangi cumhurbaşkanı canı öyle istiyor diye Bakanlar Kurulu’nu topladı? Zaten şu dünyanın üstünde kaç cumhurbaşkanı vardır ki kaçak bir yapıda otursun ve mahkeme kararına rağmen “Gücünüz yetiyorsa gelin yıkın” diye hukuk kurallarına meydan okusun? Bir AB ülkesinin, söz gelimi Almanya’nın, Fransa’nın başbakanı ya da cumhurbaşkanı mahkeme kararını uygulatmasın “Gücünüz yetiyorsa yapın” desin bakalım o koltukta kaç gün daha oturabilecek. Her şeyden önce parti tutmadan önce, birinin peşine takılmaktan önce her şeyden önce hukukun üstünlüğünü ve yasalara herkesin uyması gerektiğini içselleştiremedikten sonra demokratlık taslamanın bir alemi yok.

Hani bir masal var. İmparatorun biri kendisine çok güzel çok görkemli bir elbise diktirmek ister ve bir terziyle anlaşır. Terzi hükümdara size sihirli bir elbise dikeceğim bu elbiseyi sadece aptallar göremeyecek, der. Sonunda boş tezgahlarda günlerce havayı dikip biçen terzi imparatora sadece aptalların göremediği o müthiş elbiseyi diker. Elbiseyi ne imparator görür ne de maiyetindekiler. Bununla beraber hiçbiri de aptal olmayı kendine yediremediğinden hepsi karşısında çok güzel bir elbise varmış gibi davranır. Sonunda o müthiş gün gelir İmparator o güzel elbisesiyle halkın karşısına çıkar. İmparator halkın içinde dallı budaklı vaziyette dolaşırken kimse ağzını açamaz. Ta ki imparatordan ne korkusu ne de çıkarı olmayan bir çocuk çıkıp bağırana dek: “İmparator çıplak! İmparator çıplak!” Evet herkes elbiseden bahsediyordu ama ortada elbise falan yoktu.
İnsanların futbol takımı tutar gibi parti tuttuğu bir ülkede istediğin kadar ortaya sandık koyo bilinç yerleşmedikten sonra ortada demokrasi falan yoktur. Bazılarının suç işleme özgürlüğü varsa, hukuk karşısında insanlar eşit değilse ortada demokrasi yoktur. Hırsızlık yapmak suç değil de “Hırsız var!” demek suçsa ortada demokrasi yoktur. Polis canının istediğini istediği gibi dinliyor, gözaltına alıyor, üzrini arıyorsa ortada demokrasi falan yoktur. Ağrıda oylar yirmi kez sayılıyor ama Ankara’da bir kez bile sayılmıyorsa ortada demokrasi yoktur. Seçim gecesi bilmem kaç yerin elektriği kesiliyorsa ortada demokrasi falan yoktur. Sizin ileri demokrasi dediğiniz şey imparatorun yeni elbisesi olabilir ancak; karşımızda tüm çıplaklığıyla faşizm duruyor.

YA BEN YERİM YA DA ÖCÜLER YER SENİ!



İç Güvenlik Paketi dedikleri düzenleme bu hafta görüşülecek. Neymiş bu güvenlik paketi?  Aslında bu paket hazırlanmadan evvel insanlar zaten kıvama getirilmişti. Paralel yapı, darbeciler, Ergenekoncular ve bilimum öcüler yaratılıp bunlara inanabilecek denli saf halkın içine güzel güzel vesvese verildikten sonra sıra geldi bu öcüleri bahane ederek alınacak tedbirlere. Bu tuhaf düzenlemeyle polisler savcı yapılacak. Evet, yanlış duymadınız şu milletin üstüne biber gazını haşarat ilaçlar gibi sıkanlar, yasal bir protestoda suçsuz günahsız Ali İsmail’i kafasını tekmeleyerek öldürenler, Ethem’in kafasına yakın mesafeden nişan alıp tetiği çekenler, Berkin’in kafasına nişan alıp gaz fişeğini fırlatıp Berkin’i öldürenler, Güneydoğu’da 15 yaş altı çocukları katledenlere savcı yetkisi verilecek.
Bugün gözaltı kararını Cumhuriyet savcısı alıyor; polis birini gözaltına alırsa bunu savcıya bildirmek zorunda. Gel gelelim yapılacak düzenlemede polis birini gözaltına alırsa o kişiyi hangi gerekçeyle gözaltına aldığını yirmi dört saat boyunca savcıya söylemeyecek. 24 saat o kişiyi gözaltında tuttuktan sonra bunu savcıya bildirecek. Bu süre toplu olaylarda 48 saate kadar çıkabilecek. Bu yetkiyi kullanacak polisleri de vali belirleyecek. Vali kimin valisi, polis kimin polisi oraya hiç girmiyorum zaten. Polise savcı yetkisi veriliyor hayırlı olsun. Zaten polis zaman zaman kendini yargıç yerine koyup yasalarda olmamasına rağmen adama idam cezası kesebiliyor. Şimdi de devlet polise savcı yetkisini yasal olarak veriyor.
17 Aralık rezaletini hatırlayalım. Bakan oğlu tutuklanırken koparılan kıyametleri, Erdoğan’ın günlerce oğlunu ısrarla ifade vermekten kaçırmasını (kaç gün sonra gönderdi), çıkan ses kayıtlarını, Erdoğan’ın hemen aynı gün sürekli “Anlamadım bıbıcım” diyen oğluna güvenemeyerek kardeşini oğlunun yanına göndermesini, sıfırlama trafiğini iyi bir hatırlayalım. Bir Anglosakson atasözü vardır: “Bok vantilatöre çarptı.” Derler. Hakikaten çalışır durumdaki bir vantilatöre bok çarparsa vantilatörün hzla dönen kanatları boku sağa sola, yukarıya aşağıya savurup her yana yayar ve ortalığı bok götürür. İşte 17 Aralık’ta da bok vantilatöre çarptı. Buna rağmen tapelere, kanıtlara, balya balya paralara, ayakkabı kutularına, çelik kasalara rağmen gözaltılar karşısında nasıl kıyametler koparıldı. Üstelik o gözaltıların kararını polisler değil savcılar vermişti.
Acil durumlarda polis mahkeme kararı olmadan istediği herhangi bir telefonu 48 saat dinleyebilecek. Pardon herhangi bir telefon değil Tayyip’in telefonunu dinleyemeyecek ama başka herkesin telefonunu dinleyebilecek. Yahu sen değil miydin meydanlarda “Kriptolu telefonlarımızı bile dinlemişler!” deyip hakaretler yağdıran? Bu eğer iyi bir şeyse sana yapılmasına niye öfkelendin, yok kötü bir şeyse sen neden başkalarına daha beterini yapıyorsun? Sadece telefon dinleme değil üst arama ve konut aramada da mahkeme kararı ya da acil durumlarda savcı talimatı zorunluluğu kaldırılıyor. Polis istediğini istediği gibi arayabilecek. Herhangi bir gösteri düşünün… Molotof yok, taş atma yok, yasa dışı slogan yok… Hava soğuk rüzgar buz gibi esiyor gösteridesiniz ve üşüyorsunuz atkınızla yüzünüzü tamamen de değil biraz kapattınız. Bu nedenle 5 yıl hapis yiyebilirsiniz. Çünkü şöyle bir ifade var: “Terör örgütü propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yüzünü tamamen veya kısmen örterek kapatanlar 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.”  İstediği kadar “terör örgütü propagandasına dönüştürülen” desin “Parasız eğitim istiyoruz, alacağız.” Yazılı pankarta terör örgütü propagandası dediler bu memlekette unutmadık.
Bahane hazır “Öcüler var, anarşikler var, paralelciler var, teröristler var, darbeciler var…” yahu sizden ala öcü mü var? İnsanlar da bunları dinliyor ya acaba öyle mi, diyor. Tarihte hangi diktatör “Ben diktatörüm. Ülkeyi polis devletine çevirmek istiyorum, bana karşı en ufak bir muhalefeti ezeceğim. Daha bunlar ne ki ağzınıza salıncak kuracağım.” Demiştir ki? Elbette tiran kalkıp da tiranım demez. Öcülerden bahseder, inananlara öcü masallarıyla dolu cici bir hayat dilerim. Ama şunu bilin ki 2013 yazında insanlar korku duvarını aştı ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu tuhaf düzenlemeler nasıl bir panik halinde olduğunuzu gösteriyor. Nazım Hikmet diyor ki: “Hiçbir korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” Atalarımız da diyor ki: “Korkunun ecele faydası yok!”




31 Ocak 2015 Cumartesi

TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ NEDEN DİKTATÖRLÜKTÜR?




Yıl 2010, aylardan ağustos… Eylülde referandum yapılacak, ana yasa değişikliği ile ilgili. Erdoğan miting meydanında, karşısında bağıran çağıran, bayrak sallayan, coşkulu bir kalabalık. Hepsi de Erdoğan ne derse desin onaylamaya, her dediğine “Evet!” diye bağırmaya koşullanmış. Erdoğan kalabalığa sordu: “Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü sorununu çözeceğine inanıyor musunuz?” Miting alanındaki herkes coşkuyla haykırdı: “Eveeeet!” Bir süre sessizlik oldu. Erdoğan, adeta şok olmuştu. Önce şaşırdı, durdu, kalabalığa baktı. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmıştı. Sonra kendini toparladı: “İnanmıyorsunuz değil mi?”  Kalabalık tekrar bağırdı: “Eeeveeeet!”
Haziran 2013… Gezi Parkı protestolarının en civcivli zamanları, Erdoğan halka adeta savaş açmış, “Benim dediğim olacak, işte o kadar!” modundaydı. Hiçbir şekilde şiddete başvurmayan insanların üzerine polisi saldırtarak pek çok kişinin ölmesine sebep oldu. Yine bir grup insan Erdoğan’ın konuşmasına ücretsiz otobüslerle gidiyor. Erdoğan havaalanına gelmeden evvel hazırlıklar yapılmış, ses sistemi kurulmuş, “bindirilmiş kıtalar” beleş otobüslerle taşınmıştı. AKP’li bir görevli kalabalığı coşturmaya uğraşıyordu, önceden hazırlanan sloganlardan birini bağırdı: “Taksim şaşırma, sabrımızı taşırma!” Havaalanına gelen kalabalık bağırdı: “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma!”   
Şimdi bu olayları neden anlattım? İzah edeyim, Erdoğan neden başkanlık sistemi istediğini açıklamaya çalıştı ya TV’de. Hiç de açıklayıcı bir açıklama olmadı. Erdoğan: “Bizde başkanlık sistemi olsaydı geldiğimiz noktanın çok daha ilerisinde olurduk” dedi. Demesine dedi de… Neden geldiğimiz noktanın ilerisinde olurduk, bunu açıklamadı; nasıl yani, bize ne getirecek de ilerisinde olacağız; hangi konularda daha ileri olacağız? Bunlara bir cevap yok ama sadece bir “ileri olacağız” sözü söyleniyor. Önce bunun ne kadar yetersiz ve tuhaf bir laf olduğunu düşündüm; ama sonra şu geldi aklıma: Erdoğan’ın zaten açıklama yapmak, açıklayıcı olmak gibi bir derdi yok. O sadece ne istediğini söylüyor; seçmeni de onu körü körüne desteklemeye hazır. Bir kere sen oraya Tayyip Erdoğan’a destek olmaya gitmişsin atılan sloganı “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma!” olarak duysan da bunu bağırmayacaksın ne dediğini düşüneceksin. Ayrıca o miting alanında Erdoğan sana birkaç saniye önce yuhalattığı birine inanıp inanmadığını sorunca sen nasıl kalkıp da “Eveeet!” diye bağırıyorsun? Yahu ne yaptığının farkında mı bu kitle? Değil tabii, ne yaptığının farkında olsa zaten 2013 yazında bir sürü insanın ölüm emrini veren (“Emri ben verdim” vecizesini asla unutmayacağız.) birinin peşinden koşmazlar. Tek bir amaç var: “Erdoğan’ı alkışla!” Hiçbir şeyi sorgulama. O diyorsa iyidir.
Yine de Erdoğan ikna edici olmak istiyorsa, eğer ilk zamanlardaki balkon konuşmalarında yalan söylemediyse, hareket etmeden önce durup düşünen insanların da desteğini kazanmak gibi bir derdi varsa açıklayıcı konuşursa iyi olur. Bu aralar başkanlık sistemi tartışılıyor ve başkanlık sisteminin ABD dışında bir yerde başarılı olduğu, istikrarlı bir demokrasi yarattığı vaki değil, ama yine de bunu tartışalım. Erdoğan katıldığı bir Tv programında “G20 içerisinde 10'u başkanlık sistemiyle yönetiliyor” dedi. “Nasıl muasır medeniyetler seviyesine çıkarız? Bunun derdindeyiz. ” diye de ekledi. Peki G 20 ne? Açılımı Group of 20 (Yirmi Grubu). Bu grup, dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer alan 19 ülkeden ve Avrupa Birliği Komisyonu'ndan oluşuyor. G 20 üyesi bazı ülkeler : “ABD, İngiltere, Kanada, Almanya, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan…”
Erdoğan G 20 ülkelerinin çoğunun başkanlık sistemiyle yönetildiğini söylüyor; ama bunların çoğunun federasyon olduğuna da hiç değinmiyor. Erdoğan “Amerika, Brezilya, Güney Kore, Meksika olunca padişahlık olmuyor, yani Türkiye’de böyle bir tez ileri sürülünce niye padişahlık oluyor?” diyor. Gerçi Erdoğan’ın anlayacağından kuşkuluyum ama niyesini naçizane açıklayayım: Evet ABD’de başkanlık sistemi var; ama ABD bir federasyon. Evet, Brezilya başkanlık sistemi ile yönetiliyor; ama Brezilya bir federasyon. Evet Meksika Birleşik Devletleri başkanlık sistemi ile yönetiliyor; ama Meksika Birleşik Devletleri bir federasyon. Dediğiniz gibi Güney Kore’de de başkanlık var; ama Güney Kore de federasyon. Ayrıca Güney Kore’nin devlet başkanı eğer bir partiye üyeyse seçimlerden bir yıl evvel partisinden istifa etmek zorunda. Yani hiçbiri sizinki gibi bir başkanlık değil. Anlaşıldı mı? Yani oralarda güçlü bir merkezi yönetim yok. Zaten katı merkeziyetçi bir devlete bir de başkanlık sistemi getirirseniz artık o ülkede başa geçen istediği gibi at oynatır. Bu korkunç bir şeydir.
Erdoğan’ın başkanlık sistemini savunurken G 20’den bahsetmesi sadece ucuz bir demogoji. Neden mi? G 20 ülkelerinin gelişmişlik düzeyi ya da güçlü ekonomisi yönetim sistemlerinden mi ileri geliyor? Mesela G 20 üyesi iki ülkeyi ele alalım İngiltere ve Suudi Arabistan ikisi de monarşiyle yönetiliyor. Şu halde İngiltere ve Suudi Arabistan’ın her ikisi de eşit mi? İkisi de “muasır medeniyetler seviyesinde” mi? Hem ikisi de G 20 ülkesi hem de ikisi monarşi. Sonuç?
Erdoğan zaten konuşurken dilinin altındaki baklayı çıkardı. Bakınız ne dedi: “Mevcut sistemle üçlü kararnameyle bir kişiyi istediğimiz makama atamalar noktasında sorunlar yaşıyoruz ama başkanlık sisteminde böyle bir sorun yaşanmayacak. Çalışacağım adamı ben belirlerim, benle gelen benle gider. Bunu şu andaki sistemde yapamazsınız, sizinle gelen sizinle gitmiyor. Birileri bunu engelliyor, mesela yargı engelliyor. Yargı bunu engellediği zaman yerindelik ne olacak? Halk sorumlu olarak kimi tutuyor? Siyasiyi tutuyor. Yargıdakini tutuyor mu? Hayır. Yargıdaki gelip ‘ben 11 defa alırım, 12’nci defa tekrar atarım’ diyor, yargıyla böyle bir sürtüşmenin içerisine giriyorsunuz. Böyle memleket yönetilmez ki, şehirler yönetilmez ki, kurular yönetilmez ki.” Erdoğan, burada açık açık hukuku çiğnediğini yargıya saygısı olmadığını itiraf ediyor. Zaten yargı kararına rağmen o kaçak yapıyı yaptırması ve “Gücünüz yetiyorsa yıkın!” demesi Erdoğan’ın hukuka saygısını da göstermişti. Hepsini geçtim, kuvvetler ayrılığını “ayağına vurulmuş bir pranga” olarak gören birinin demokratik bir yapı istediğini düşünmek için herhalde insanın aklından zoru olması gerekir.
Bu arada başkanlık sistemi sadece bazı G 20 ülkelerinde değil “Afganistan, Ekvador, Bolivya, Haiti, Uganda, Uruguay, Nijerya, Tanzanya, Sudan…” gibi geri kalmış ülkelerde de uygulanan bir sistem. Gidişat gösteriyor ki başkanlık sistemine geçersek bir ABD olamayız ama pek âlâ bir Uganda olabiliriz.