24 Aralık 2013 Salı

YOK DAHA NELER!

Son zamanlarda ülkeyi tepeden tırnağa sarsan rüşvet olayıyla ilgili tek satır bile yazmadım. Neden; gündemden uzak kaldığım için mi, üstüne bir şeyler yazılmayacak kadar önemsiz gördüğüm için mi, rüşveti alanları sevdiğim için mi? Hayır, hayır, hayır. Şu yüzden: Ortada balya balya para var, bilmemkaç çelik kasa var, polis tarafından takip edilen oğulun babasına korkuyla telefon edişi var ve bakan tam bir hafta boyunca ağzını bile açmıyor. Madem bu paralar rüşvet değil bir haftadır neden susuyorsun be adam? İlk oğlun gözaltına alındığında deseydin ya bu rüşvet değil oğlum villayı sattı diye. Bunu şimdi söylüyorsan neden sana inanalım ki? Madem oğlun ve sen masumsunuz neden bilmemkaç polisi görevden aldın, neden keyfine göre savcıları atadın? İyi valla rüşvetle suçlanan kişi kimin olayı araştıracağına kendi karar veriyor. Sonra da devletin yüksek rakımlı tepesinde oturan biri gözlerimizin içine baka baka “Türkiye’de yargı bağımsız” derken utanmıyor bile. Yani olay üzerine herhangi bir şey yazılmasına gerek kalmayacak kadar açık ve net. Ortada bir rüşvet var. Her açılışta besmeleyle kurdela kesen, namaz kılan, Allah, din, iman, lafzını ağzından düşürmeyen, dahası partisinin “ak” olduğunu iddia edip partisine akparti yerine AKP diyene hakaret edenBaşbakan rüşvetçileri koruyor. Bu konu üzerine ne yazılabilir ki? Ama son zamanlarda devletin yüksek rakımlı tepelerinden öyle saçma hezeyanlar duyulmaya başlandı ki iki çift laf etmek artık farz oldu. Ne buyuruyor Bülent Arınç hazretleri? Hırsızlığı, rüşveti soruşturan polisler önceden soruşturacakları kişilere haber verecekmiş. Daha neler? Yahu insan bu lafı sarhoşken söylemez. Başka ne diyor? Yok efendim bunlar davet edilse zaten gidermiş neden şafak operasyonuyla gözaltına alınmışmış… Ulan Türkan Saylan, İlhan Selçuk, Ahmet Şık… daha bilimum gazeteci, yazar, general, siyasetçi, bilim adamı, akademisyen davet edilirse gidebilecekken sabahın köründe gözaltına alınırken bu gözaltıları alkışlamıyor muydunuz? Başka ne buyuruyor iktidar çevreleri? Yok efendim “masumiyet karinesi” varmış. Yahu suç açık açık işlenmiş işte daha masumiyet bunun neresinde? Hem siz Ergenekon gözaltılarında masumiyet karinesine dikkat ettiniz mi? İçeri alınanı anında suçlu ilan etmediniz mi? Daha neler??? Ne buyuruyor Tayyip, yok efendim devletin içinde yuvalanmış çete varmış da bilmemneymiş de inlerine girecekmiş de… miş mış muş müş… Şimdi bu sözleri muhalefetten biri söylese anlarım ama on bir yıldır iktidarda olan bir parti devleti çetelerin ele geçirdiğini söyleyip bundan yakınıyorsa buna ne denir Allah aşkına? Düşündükçe insanın beyni dumura uğruyor. On bir yıldır aklın nerdeydi? Hele aynı zamanda Tayyip’in danışmanlarından olan Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, öyle bir açıklama yaptı ki inanılır gibi değil. ''Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir.” Gerçekten inanılır gibi değil! Madem orduya kumpas kurdular siz neden bu kumpasa alet olup orduyu darbecilikle suçladınız? Neden sesiniz çıkmadı? Neden şimdiki gibi polisleri, savcıları değiştirmediniz? Şu halde bu sözlerinden şunu mu anlamalıyız acaba: Ya o zaman orduya atılan iftiraya destek verdin ya da şimdi cemaate iftira atıyorsun. Yandaş basının haberleri ayrı bir rezillik ve utanmazlık örneği. Canla başla rüşvetin soruşturulmasına karşı çıkıyorlar. Hele Oral Çalışlar işine gelince solcu, sosyalist geçinen, Deniz Geçmiş’in arkadaşı olduğunu söyleyen Çalışlar canla başla rüşvetçileri savunuyor. Yazılarında resmen canım ne olmuş yedilerse siz asıl onlara operasyon yapanları suçlayın gibi tuhaf şeyler yazıyor herhalde Oral Bey’in beyin ölümü gerçekleşmiş. Bütün bu rezillikler bir yana dursun bana bu yazıyı asıl yazdıran AKP- cemaat kavgasına Diyanet’in de dahil olması. Şimdiye kadar yapılanlar söylenenler iğrenç olabilir ama hiçbiri Diyanet’in kavgaya karışması kadar mide bulandırıcı değil. Ne diyor Diyanet: “Müslümanlar birbirine beddua etmez. İslam ahlakına aykırıdır. Hz. Peygamber, İslam'a düşmanlık edene bile beddua etmemiştir.” Anlaşılan Diyanet tanrılığa soyunmuş, sen kimden izin aldın bakalım cemaati suçlayıp ak mı kara mı olduğu belli olan partiyi savunmak için? Hem “Hz. Peygamber, İslam'a düşmanlık edene bile beddua etmemiştir.” Sözünüz de tamamen yalan asıl rüşvetçilere beddua etmek sünnettir ve Hz. Muhammed de rüşvetçilere beddua etmiştir. Biraz dininden haberi olan oratalama bir Müslüman çok iyi bilir ki bir hadis hem Tirmizi hem Ebu Davud hem de İbni Mace’de geçiyorsa artık o hadisin sahihliğinden şüphe edilmez. Bunlar Kütübü Sitte hadisçileridir ki kaynak Müslümanlar için Kuran’dan sonra en güvenilir kaynaktır. Ve bu üç İslam alimi de Peygamberden şu hadisi aktarır: "Allah, rüşveti verene, alana ve aracılık edene lanet etsin." Diyanet’te görevli birinin bunu bilmemesi ne kadar tuhaf! Şimdi bir bakalım Diyanet’in bir görevlisinin kendini ilahi bir yargıç yerine koymasına ve Allah, peygamber, İslam nutukları arkasına saklanarak AKP avukatlığı yapmasına şahit oluyoruz. Aslında bu çıkışın dinle imanla zerre kadar alakası yok. Tek amaç iktidara yaranmak. Madem dini imanı bu kadar önemsiyorsun o zaman rüşvet yemenin kötülüğünden bahsetsene be adam. Madem bu kadar insanları uyarma sevdalısısın Gezi protestolarında Müslümanların gözleri çıkarılırken, Müslümanlar ölesiye dövülürken ve hatta öldürülürken neden “Durun bu öldürdükleriniz Müslüman yapmayın bunu” demedin? İşte gerçeği getirip alnının ortasına böyle çakarlar. Hoş bunlardan incinmek vicdan azabı çekmek için asgari vicdan sahibi olmak lazım, lafım en azından vicdanını ve utanma duyusunu hâlâ yitirmemiş olanlara.

6 Aralık 2013 Cuma

FAŞİZM PAKETİ

RTE’nin adına “demokratikleşme paketi” dediği ama aslında “Pandora’nın kutusu”na daha çok benzeyen tuhaf paket midir kutu mudur her neyse yasa tasarısı dün TBMM’ye sevk edildi. Hani bir deyim vardır ya “kaşıkla verip sapıyla göz çıkarmak” derler. İşte bu paket aynen o hesap olmuş. Şimdi bakalım şu Pandora’nın paketinde neler var. Tasarıda, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda insanların sesini duyurması ve muhalefet edebilmesini daha da güçleştirecek değişikliklere gidildi. Toplantı ve gösteri yürüyüşü yer ve güzergâhın belirlenmesi konusunda, ‘vatandaşların günlük yaşamını zorlaştırmayacak’ ibaresi eklendi. Böylece mülki amir yapılmak istenilen gösterinin yerinin ‘vatandaşların günlük yaşamını zorlaştıracak’ bir niteliği olduğunu düşünürse o toplantının yerine izin vermeyecek. Hatırlarsanız 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendika ve sivil toplum kuruluşlarına izin verilmedi. Gerekçe olarak ise Taksim’deki kazılar ve oluşan çukurlar gösterildi. Ancak 4 gün sonra (yani 5 Mayıs’ta) binlerce Galatasaray taraftarı, geç saatlere kadar Taksim’de şampiyonluk kutlaması yaptı. Çukurlar hâlâ mevcuttu. Hatta daha sonra temmuzda çukurlar yine mevcutken Mısırlı Diktatör Mursi’ye destek mitingi de yapıldı Taksim’de. Üstelik hiçbir şekilde polis müdahalesi olmadı. Yani sözüm ona bir demokratikleşme paketi hazırlanıyor güya memleket daha demokratik olacak bilmemne deniyor. Ama eklenen bir maddeyle herhangi bir yerde gösteri yapılıp yapılamayacağına (Başbakan’dan talimat alan) mülki amirler karar verecek. Oh ne güzel! Değiştirdiğiniz bir kanunla kanun gücünün de üstüne çıkıyorsunuz. Tasarıda bir diğer önemli düzenleme ise düzenleme kurulunun amacı dışına çıkan toplantıyı bitirmemesi durumuna ilişkin. Düzenleme kurulunun amacı dışına çıkan toplantıyı bitirmemesi halinde yetkili kolluk amiri mülki amirine bildirecek, toplantının bitirilip bitirilmemesine ilişkin karar ona ait olacak. Toplantının “amacı dışına çıkması” da ne demek? Yani insanlar hiçbir şekilde cebir ve şiddete başvurmasa da canın istiyorsa “amacı dışına çıktı” diye bir bahane gösterip insanlara polisi saldırtabileceksin. Tasarıda nefret suçuna ilişkin yapılan düzenleme de eksik. Hem de bile isteye eksik bırakılmış. Sonuçta tasarıyı çocuklar ev ödevi olarak hazırlamıyor. Bu işi bilen koca koca adamlar yapıyor. Tasarıda mevcut TCK’de düzenlenen ‘ayrımcılık’ maddesinin tamamı korundu. Maddeye sadece ‘Nefret nedeniyle’ ibaresi eklendi. Böylece bu maddeye etnik kimlik, cinsel yönelim gibi ibarelere yer verilmedi. AGİT nefret suçunu tanımlarken, ‘cinsel yönelim’, ‘etnik kimlik’ ve ‘uyruk’ gibi kriterleri de esas alıyor. Oysa tasarıda bu ifadeler yok. Neden acaba? Türkklüğe hakaret diye tuıhaf bir suç içeren 301. madde ise hâlâ yürülükte yani birisine “pis Türk” dersen suç olacak ama “pis Arap” dersen suç olmayacak. Ya da bir kişiyi eşcinsel olduğu için aşağılayabileceksin. Tasarıda dini inancın gereğinin yerine getirilmesini veya dini ibadet veya ayinlerinin bireysel yada toplu olarak yapılmasını hukuka aykırı şekilde engelleyen kişilere 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilecek. İyi güzel de Ateistlere ve Alevilere sövmek hâlâ serbest. Başbakan Karacaahmet Cemevi’ne “ucube” demişti zaten. Hatta cemevlerine de “cümbüşevi” demişti. AKP’li bir yönetici Ateistler için “tecavüze uğramış bu tipler yok edilmeli” dedi hiçbir şey olmadı. Medyada görüyoruz yapılan hakaretleri. Harun Yahya takma adlı yazara dava açıldı hakaret ettiği mahkemece kabul edildiği halde adam tuhaf bir şekilde beraat etti. Yok efendim Ateistlere hakaretleri tehlike oluşturmuyormuş. Yahu İslami bir değeri eleştirmek ne gibi bir tehlike oluşturabiliyor ki? Sevan Nişanyan’ın Fazıl Say’ın ceza almasını nasıl açıklayacaksın o zaman? Ama durum başka… Nefret suçlarının amacı güçlü olanı, iktidarda olanı koruyup kollamak değil zayıf olanı, azınlık olanı korumaktır. Ama AKP’nin yaptığı bu garabet düzenleme sadece ve sadece Müslümanları kollamak için onbinlerce nonteiste istediğiniz kadar saldırabilirsiniz. Tasarıda yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale eden veya bunları değiştirmeye zorlayan kişilere de 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor ki “kızlı erkekli evler”e karışanların da şu halde hapse girmesi gerekecek. Ama merak etmeyiniz “muhafazakâr” tabir edilen bir yaşam tarzına karışırsanız bunun olacağı ortada. İşte Başbakan gibi muhafazakâr olmayan kişilerin yaşam tarzına karışabiliyorsunuz hatta taa evinin içine girebiliyorsunuz. Cemevlerinin ibadethane olarak tanınmaması, hatta “cemevi”ne ibadethane demenin suç olmasıyla ilgili bir düzenleme ise yok. Evet cemevine ibadethane demek suç sırf bunu yaptıo diye kapatılan dernekler var. Saçma sapan gerekçelerle kapatılan Alevi derneklerinin açılmasına yönelik hiçbir şey de yok. Sözün özü “demokratikleşme paketi” diye sunulan şey koskoca bir faşizm paketi. Daha diktatörce, daha baskıcı ve daha zulüm dolu günler maalesef bizi bekliyor.

10 Kasım 2013 Pazar

OH OLSUN!

Çok değil iki üç sene kadar oluyor. Kars’ta Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı” heykeline Erdoğan “ucube” demiş ve heykelin yıkılmasını istediğini söylemişti. Elbette bir eseri beğenmeme hakkın var ama yıktırmak nedir arkadaş, haydi kendi cebinden yapsan neyse hem de halkın parasıyla yapıyorsun bunu. Heykel bildiğiniz gibi parça parça kesilip kaldırıldı bu da çok pahalıya maloldu. Parça parça kesilip kaldırılınca da adı “yıkım” olmadı. Yahu sen padişah mısın, sen beğenmediğin heykeli ne gibi bir hakla sırf kendin beğenmedin diye milletin tonla parasını kullanıp kaldırırsın? Neyse uzatıp konuyu dağıtmayayım da neden “kızlı erkekli ev” tartışmasında bu heykel konusunu açtığımı söyleyeyim. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay o günlerde görüntüyü kurtarma çabasıyla “Başbakan heykele ucube demedi, çevredeki gecekonduları kastetti” demiş, Erdoğan ise “Hayır, heykele ucube dedim” diyerek Günay’ı yalancı konumuna düşürmüştü. Arınç da bunun üzerine “Başbakan heykelle ilgili kendi görüşünü söylemiştir, ne demek istediği çok açık. Kültür Bakanı’nın yaptığı yanlıştı. Tabii o da kendince iyi bir şey yaptı... Allah bizi onun yerine koymasın” demişti. Şimdi önce bunu hatırlamakta fayda var. Biliyorsunuz AKP’nin Kızılcahamam kampında Erdoğan “Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakar Demokrat yapımıza bu ters. Vali Bey'e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak" demişti. Bu haber Zaman gazetesinde yayımlanınca Arınç’a haberin doğru olup olmadığı soruldu. Arınç da "Gazetelere yansıdığı şekilde özel evlerde kalan öğrencilerin denetlenmesi gibi haberler gerçeği yansıtmamaktadır" dedi. Dahası “düpedüz asparagas bir haber” dedi üstüne bir de “Özel kiralanmış evlerde kimler kalıyor, kimlerle birlikte kalıyor, ne yapıyorlar, ne yapmıyorlar bunlar bizim ilgi alanımız içerisinde değil. Bunu kesinlikle reddediyorum ve bu tip haberleri maksatlı buluyorum.'' dedi. Veeeeee BİNGOO!!!!! Arınç’ın bu sözlerinden sonra, salı günü yapılan AKP Grup Toplantısı’nda Erdoğan Arınç’ı yalanlayan bir konuşma yaptı ve: “Apartmanda yaşayan komşularından ihbarlar geliyor. Çünkü buralarda nelerin olduğu belli değil, karmakarışık, her şey olabiliyor. Ondan sonra anne-babalar ‘Devlet nerede’ diye feryat ediyor. Kusura bakmasınlar, bu yaşam tarzına müdahale değildir, yorumlayanlar varsa buyursunlar yorumlasınlar” dedi. Arınç da bunun üzerine çok bozuldu tabii ve bazı sözler sarf etti. Sitemleri şöyleydi: “Pek çok insan ‘Başbakan'ın beni hiçe saydığını’ ileri sürdü. Başbakan'ın sözlerinden ben sorumlu değilim. Kendi düşünür(…) Ben çok şeyi temsil ediyorum. Benim yıpranmamam, hiçe sayılmamam lazım(…) Benim saçlarımı beyazlatan, belimi büken ne biliyor musunuz? Başbakan'ı 24 saat takip ederim ben. Onun da böyle bir görevi olmalı, Hükümet Sözcüsü’nü açmaza düşürmemeli. (…) Birilerinin kum torbası haline getirilmek istemem(…) Başbakan ile Hükümet Sözcüsü arasındaki çelişkinin sorumlusu ben değilim. Bu çelişkinin izah edilmesi dün, bugün, yarın kendisinden beklenir.” Bir de ağlasaydı tam olacaktı. Hani dakikada bir ağlıyor ya neyse bu sefer ağlamadı. Bazı gazeteciler bu olay üzerine hiç utanıp sıkılmadan Arınç’ın bu “onurlu çıkışı”ndan bahsettiğini ve dürüstlüğünden dem vurduğunu gördüm. Arınç aynı duruma düşen Günay için “Allah bizi o duruma düşürmesin” derken, kendisine soru soran bir gazeteciye çok rahat “Ulan şeyini şeyettiğimin şeyi!” diye söverken “Bir çiftçiye “Kes sesini! Yalancı! Bilmemnerden çıkar gibi konuşma!” derken, dokunulmazlık zırhının arkasına saklanıp ona buna söverken, neden Günay’ın, gazetecinin ve çiftçinin onurunu düşünmedi? Başkasının haysiyetine onuruna bu şekilde hoyratça saldırıp kendine laf söyletmemek olsa olsa bencilliktir, bunun adı ne zamandan beri onur oldu? __________________

5 Kasım 2013 Salı

APIŞ ARAMDAKİ BİT (ŞEYİMİN KAHYASI) 18+

Bu aralar bir bit tebelleş olmuş apış arama affedersiniz. Boyuna şeyimin keyfine karışıp duruyor. Geçenlerde bir komedi filmi izliyordum, kahkahalarla güldüm; hani yani nasıl komedi filmi izleyince gülüyorsam erotik bir şey izleyince de ona göre tepki veriyor vücudum. Efennim filmlerde erotik sahneleri izlerken erkeklerin penisi büyür, sertleşir; kadınların vajinası ise ıslanır bu böyledir. Gayet de normaldir. Üzerinize afiyet geçenlerde bir erotik film izleyeyim de gözüm gönlüm açılsın dedim. Efennim ayıptır söylemesi penisim hareketlendiği an donumun içinden bir bağırtı geldi: “Höööyt, kapat lan o filmi! Ben senin adına düşündüm yasakladım zaten bu siteyi! Kapat!” Bir iki aldırış etmemeye çalıştım ama bit susmuyordu: “Laan ulan kappat şu filmi, yasak!” Şeyimin dibinde bana bağırıp duruyordu. Çaresiz kapattım film de yarım kaldı. Ertesi günü, kalktım okula gittim bir kız arkadaşla sohbet ederken gene o bacak arasında yaşayan organizma bağırdı: “Laaan, lan namussuzlar! Utanmıyor musunuz kız erkek aynı bankta oturmaya kesin siz birbirinizi becermek istiyorsunuz!” Arkadaş da ben de öfkeden kıpkırmızı kesildik. “Sanane yahu karışma, öyle bir şey yok hem olsa da ikimiz de reşitiz seni ilgilendirmez!” dedim. Ama bit bağırtıya devam etti: “Ben sizin yaşam tarzınıza karışmıyorum sadece birbirinizi s.kmenizi istemiyorum!” “Yahu neden, neden bize hayatı zehrediyorsun alt tarafı apış aramda yaşayan bir organizmasın sana ne oluyor?” dedim. Bizim bit kudurdu: “Ben sizi tanımıyor muyum laan sizin ne sitişken olduğunuzu bilmiyor muyuuum?” Arkadaş daha fazla dayanamadı kalkıp gitti. Yine bitin istediği olmuştu… Geçende bu arkadaşın da kasığında kaşıntı olmuş, aynı bit onun da şeyine tebelleş olmuş. Tam mini eteğini giyecekken bit bağırmış: “Bırak onu bıraaaak! Bu bizim değerlerimize aykırı! Giyip de milletin s.kini mi kaldıracaksın?” Önce aldırış etmeyip giyinmek istemiş ama bit başlamış bacak arasında bas bas bağırmaya: “Laan horospu musun seen, bacaana bakarlar s.kleri kalkar laaan!” Çaresiz o da giyememiş eteğini. Sormuş bacak arasındaki bite: “Neden bize karışıyorsun, neden?” demiş. Bacak arasındaki bu organizma da: “Anneniz babanız feryat ediyor, ben onlara acıyorum.” demiş. Ama arkadaş, benden akıllı bite bakın ne demiş: “Anaların babaların feryadını bu kadar önemsiyorsan Abdullah Cömert’in, Ethem Sarısülük’ün, Ahmet Atakan’ın anasının babasının feryadını niye duymuyorsun? Ya Uludere’de öldürülenler onlar da bir ana babanın çocuğu değil mi? Onların da ailesinin ciğeri yanmadı mı?” ama bit pes etmiyor: “Orospuuu, pis orospuuu giyilmeyecek bu etek, işte o kadar!” Bu bitten nefret ediyorum, sadece bunları yaptığı için değil bana bu yazıyı yazdırdığı için de.

14 Ekim 2013 Pazartesi

DÜNYA KIZ ÇOCUKLARI GÜNÜ VE BİR BAŞBAKAN’IN KONUŞMASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Türkiye, Kanada ve Peru 2011 yılında BM Genel Kurulu'na bir karar tasarısı sunmuş ve 11 Ekim'in Dünya Kız Çocukları Günü olmasını teklif etmiş. Karar tasarısı kabul edilmiş. 2012'den itibaren de 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü olarak kabul edilip kutlanmaya başlamış. Zaten 8 Mart varken böyle bir şey gereksiz, saçma bir girişim ve tamamen show amaçlı. Kadınlara kaç çocuk doğuracağını söyleyip ertesi gün hapının (hapı alanları fişlemek için) reçetesiz satışını yasaklayan bir hükümetin kadına zerre kadar değer vermediğini anlamak için alim olmaya gerek yok. Dünya Kız Çocukları Günü Çalıştayı'nda konuşan Erdoğan, gerçekten bir hayli ilginç sözler sarf etmiş. Bakınız Erdoğan ne diyor: “Benim erkek oğlum, Boğaziçi’ni kazandığı halde gidemedi. Gitti Master'ını Harward'da yaptı. Kızım aynı şekilde. Başörtülü olduğu için kendi ülkemde okuyamadı" haydi kızını anladık da oğlun da mı başörtülüydü ne demek yani oğlum burada okuyamadı da Harward’a gitti? Konuşmanın uzun bir kısmını bundan 1400 yıl önce yaşamış bir kabile reisine ayıran ve bu yolla din sömürüsü yapmaya devam eden Erdoğan “Peygamberimiz kızını şöyle severdi, kızını böyle öperdi…” diye laflar söylemiş. Şimdi lafı “peygamber efendimiz”e getirmeye ne gerek var, sürekli İslami motifleri kullanarak oy toplamaya çalışmak çok çok çirkin bir numara ve artık iyice mide bulandırmaya başladı. Gezi Parkı protestolarında sırf anayasada tanınan demokratik haklarını kullandılar diye insanlara saldırıp kimini öldürür, kiminin gözünü çıkarır, kiminin iki adım yakınından biber gazını suratına sıkar, kiminin kemiklerini kırar, kimini kanlar içinde bırakırken bu millet Allah’tan korkup korkmadığınızı gördü zaten. Camide içki içtiler, başörtülü bir bacımızı taciz ettiler, diye iftira atarken de hakkınızda bir fikir edindik. “Batıda daha 18. yüzyıla kadar kadınların insan olup olmadığı tartışılıyor, kadınlar toplumdan soyutlanıyordu.” diyor Erdoğan. Velev ki bu dediğin doğru olsun artık 18. yüzyılda değil 21. yüzyılda yaşıyoruz. Aradan üç asır geçmiş bugüne bir bakalım. Batı’da mı kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet daha çok Türkiye’de mi? İtalya’dan yola çıkan Pippa Bacca, Erdoğan’ın o beğenmediği Batı’dan yola çıktığında yolculuğa İtalya’dan başladı İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçti kadıncağız hiçbir kötülük yaşamadı. Türkiye’ye girdiği gibi daha Kocaeli’nde tecavüze uğrayıp öldürüldü. Allah aşkına kimi kandırıyorsunuz siz? Kadınları kimin insandan sayıp kimin insan olarak görmediği kabak gibi ortada. Avrupa’da mı kızını başlık parasıyla satma geleneği var Türkiye’de mi? Batı’da mı zorla evlendirilen çocuk gelinler daha çok Türkiye’de mi? Şimdi bir samimiyet testi yapalım mı ne dersiniz? Erdoğan, her konuşmasında Kuran’dan, hadisten, peygamber efendimizden vs. bahsediyor ama işine gelince Allah’ın emrine karşı çıkanları da övüyor. Bu ne perhiz ne lahana? Bakın Erdoğan ne diyor: “Bugün bile kız çocuklarını belli imkanlardan yeterince yararlandırmayan anne babalar var. Örneğin mirası paylaşmada... Mesela benim bölgemde karadenizde, doğuda buna benzer uygulamalar var. Kızı mirastan tamamen dışlayıp erkekler arasında paylaşanlar var. Onun için medeni kanunumuz kayıt altında olanlarda yüzde 50 yüzde 50 kız erkek paylaşımı getirdi mirasta.” Bakalım Allah ne diyor: “Miras konusunda, Allah çocuklarınız hakkında şöyle emreder: Erkeğin hakkı, kadının hissesinin iki mislidir.” (Nisa suresi 11. Ayet) Ne oldu, az evvel “peygamber efendimiz” diye nutuk atan imam hatip mezunu Erdoğan Kuran’ın bu hükmünü bilmiyor mu? Belki de bizim bilmediğimizi zannediyor. Bu ülkede Kuran’ı sadece sen mi okuyorsun Erdoğan? Resmen yüzde 50 yüzde 50 kız erkek paylaşımı yaparak Allah’ın emrine karşı gelenleri tasdik ediyor, şirk koşuyorsun. Bir net ol bakalım, kim bilir belki de belediye başkanıyken söylediğin “Ya Laik olacaksın ya Müslüman” lafı doğrudur. Anlaşılan sen Müslümanlığı bırakıp Laik olmuşsun. Erdoğan’ın konuşmasında başka bazı sözleri de vardı: “Bu ülkede okuyamadılar. Niye? Başörtüsü var diye. Bunlar başındaki bir örtüyle uğraşacak kadar cahil ve zavallı.” Bilenler bilir ben 28 Şubat’ta dahi başörtü özgürlüğünü savundum. Ama kadının tek özgürlüğü başını örtme özgürlüğü müdür? Mesela kadınların tacize uğramadan sokakta dolaşma özgürlüğü de var. Saat 22.00’den sonra içki içmek de bir özgürlük değil mi? Bunun yanı sıra mini etek ve dekolte de başörtü gibi bireysel bir özgürlüktür onu da savunurum. Ama senin bakanın Erdoğan… Senin bakanın başka işi yokmuş gibi televizyonda bir yarışma programına çıkan kadının dekoltesini diline doladı ve onu işten attırdı, ekmeğinden etti. Buna da “cehalet ve zavalılık” dedin mi? Hani “her türlü ayrımcılığa karşı”ydınız? Kadınlara doğuracağı çocuk sayısını sipariş ederek onlara kuluçkaya yatmış tavuk muamelesi yapan biri tutup da kadınlara saygı duymaktan bahsetmesin. Eylemde kemiği kırılan bir kadından bahsederken “Kadın mıdır kız mıdır bilemem” diye konuşan, üstüne vazifeymiş gibi bir eylemcinin bekaretini sorgulayan birinin kadına ne gözle baktığı zaten ortadadır. Hele hele birine tutup da “Ananı al!” diyip anaya küfreden biri annelere saygıdan hiç bahsetmesin. Erdoğan, konuşurken sık sık “Ben annemin ayağının altını öperdim.” diyor. Kendisi tutup da annesinin ayağının altını öpen biri başkasının anasına bu kadar rahat sövüyorsa o kişide anne sevgisi yoktur. Bunun adı olsa olsa bencilliktir. Gözatındaki kadınlara tecavüz eden Sedat Selim Ay terfi ettirilerek İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünden sorumlu il emniyet müdür yardımcısı olduğunda tartışmalar devam ediyorken kadınlara karşı büyük bir saygı besleyen başbakanımız terfiyi savunup “Polisimi yedirtmem.” demişti. Bunu da hatırlattıktan sonra ikiyüzlü ülkemin tüm küçük kadınlarının Dünya Kız Çocukları Günü’nü kutlarım.

5 Ekim 2013 Cumartesi

KERİZLENMEK YA DA KERİZLENMEMEK İŞTE BÜTÜN MESELE

Bilen bilmeyen paket hakkında bir şeyler diyor. Kimileri AKP amigoluğuna soyunup “Neylerse güzel eyler.” diyor. AKP’nin peşinden koşan yalaka taife daha paketin içeriği açıklanmadan alkışlamaya başlamıştı zaten. AKP yaptıysa iyidir aksiyomunu hayatının merkezine oturtmuş bu grup oldukça ilginç geliyor bana neden mi? Çünkü çoğu işçi, fakir, garip gureba. Bir işçinin gidip de “muhafazakâr” bir partiye oy vermesi adeta aptallıktır. Şimdi “Aaa öyle denir mi, halkı hor mu görüyorsun? Muhafazakâr partiye oy veren milyonlarca işçi var seni gidi elitist.” Şeklinde saçma sapan popülist itirazlar yükseltecek olan varsa önce durup elini bir vicdanına koysun. “Dost acı söyler.” Ben bu halkın yaptığı bazı şeylere kızıyorsam bu halkı küçümsemek değildir. Bir anne de aptalca işler yapıp kendine zarar veren çocuğuna kızar. Annenin çocuğuna kızgınlığı ve sitemi ise tamamen sevgisinden ileri gelir. Halkın uyku halinden çıkarı olanlar da tutar halkın saçmalıklarını alkışlar uyarmak isteyene de saldırır. Gelelim şuna: Neden bir işçinin muhafazakâr partiye oy vermesi aptallıktır? Çünkü muhafazakâr bir parti işçilerin çıkarını korumaz. Zaten koruduğunu da pek iddia etmez. İşte AKP’nin taşeronlaştırmasına, emeklilik yaşını uzatmasına, kıdem tazminatını işçilerin elinden alma konusunda gösterdiği gayrete, iş cinayetlerine (iş kazası demeye dilim varmıyor) gösterdiği müsamahkâr tavra bakarsak ne dediğim anlaşılacaktır. Bir işçi ilk fırsatta kıçına tekmeyi vuracak, kendisini sırtından hançerleyecek bir partiye oy vermemelidir; haklarını koruyacak olana oy vermelidir. Ama bizim ülkemizde oy verirken partinin iktidara geldiğinde yapacakları değil, kimlerin çıkarını kollayacağı değil de partinin genel başkanının eşinin giyim kuşamı ya da parti üyelerinin cuma namazına gidip gitmemesi gibi alakaya musakka kriterler var. Kimisi de “Eğer AKP yaptıysa kesin kötü bir şeydir.” şeklinde paketin içeriğini öğrenmeye bile zahmet etmeden hücuma kalkmış durumda. Hoş bunu da onaylamıyorum ama bir yere kadar anlayabiliyorum neden mi? Ben 2010 anayasa referandumunda “Yetmez ama evet.” diyenlerdendim. Şimdi ise pişmanım. Anayasa değişikliğinde vaat edilen hangi özgürlük getirildi resmen kandırıldık. Olağandır ki biri sizi kazıklarsa bunu ikinci bir kez yapacağından kuşkulanırsınız. Gerçekten kendimi feci halde kerizlenmiş, kazıklanmış hissediyorum. Fişleme kalktı mı, daha mı arttı? Özel hayatın ihlali, gizli dinlemeler vs. bitti mi? İşçiler rahatça sendikalaşabiliyor mu yoksa sırf sendikaya üye oldu diye işten mi atılıyor? İşçiler rahatça grev yapabiliyor mu… Daha saymaya kalksak uzar gider. Günah çıkarmayı bırakıp gelelim pakete… Aslında pakette var olanlar konusunda pek sorun yok. Sorun pakette olmayanlar ve var olanların nasıl uygulanacağı. Pakette iyi olan güzel olan hiçbir şey yok, demek haksızlık olur. Elbette ağızlara bir parmak bal çalınmış: *Mardin’in Midyat ilçesindeki Mor Gabriel Manastırı’nın Süryani vakıf yönetimine iade edilmesi *Savcı, hakim, polis ve askerler dışındaki kamu çalışanlarının türban yasağının kaldırılması *Özel okulların Kürtçe eğitim vermesine izin verilmesi ve Kürtçe şahıs ve yer isimleri üzerindeki yasakların kalkması *X, Q, W harflerinin kullanımındaki saçma yasağın kaldırılması *Okullardaki ant içme töreninin kaldırılması Bunlar güzel, olumlu değişiklikler. Ama pakette Alevilerin taleplerine yönelik tek bir adım bile yok. Hükümet buna bir bahane bulmuş güya Aleviler arasında görüş ayrılıkları olduğundan onlara yönelik çalışmalar tamamlanamamış da Erdoğan tarafından açıklanan pakete yetiştirilememişmiş. Şu yalana şu samimiyetsizliğe bakın hele! Alevilerin talepleri konusunda hiçbir Alevinin görüş ayrılığı yok. Aleviler ne istiyor: 1. Cemevlerine yasal statü kazandırılması 2. Zorunlu din derslerinin kaldırılması 3. Sivas’ta 1993 yılında 35 kişiye mezar olan Madımak Oteli’nin müze olması 4. Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilmesi 5. Kamu kurumlarındaki ayrımcılıkların sona erdirilmesi 6. Üçüncü köprüye binlerce Alevi’yi kılıçtan geçiren bir ruh hastasının adının verilmemesi Allah aşkına hangi Alevi cemevlerinin tanınmasına hayır diyor? Hangi Alevi din dersinin zorunlu olmasını istiyor? Hangi Alevi Yavuz Sultan Selim denen delinin adının üçüncü köprüye verilmesini istiyor? Aleviler arasında görüş ayrılığı falan yok, bu tamamen yalan. AKP ümmetçi ve etnosantrik seçmenlerini elinde tutmak için Aleviler konusunda hiçbir olumlu adım atmadığı gibi Alevilerle çatışıyor da. (Bakınız: http://kloroben.blogspot.com/2013/08/iktidarin-alevilikle-imtihani-i.html http://kloroben.blogspot.com/2013/08/iktidarin-alevilikle-imtihani-ii.html http://kloroben.blogspot.com/2013/08/iktidarin-alevilikle-imtihani-iii.html ) Alevilere zerre kertesinde dahi en ufak bir hak verilmemiş. Sadece Aleviler esgeçilmiş olsa iyi. İşçilerin hakkında ne gibi bir iyileştirme var? Düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalara ne buyrulur? Aynen Nişanyan’ın dediği gibi Yüce Manitu’ya, orduya, Atatürk’e istediğini söyle ama iş Ortaçağ’dan kalma Arap mitolojisini eleştirmeye gelince ya alkışla ya da sus konuşma. Fazıl Say’ın başına nelerin geldiğini görüyoruz. Bir diğer yenilik pakette yer alan nefret, ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale gibi suçlar. Buna göre belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse, cezası katlanacak. Bilmeyenler için Wiki Amca’dan açıklamasına bakalım: Nefret suçu; bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi önyargı doğurabilecek nedenlerden ötürü işlenen, genellikle şiddet içeren suçlar. Eğer bu suç bir defaya mahsus olarak işlenmemişse ve süreklilik arzediyorsa, suç işleyenler nefret grubu olarak adlandırılırlar. Bu suçları engellemeye ve suç işleyenleri cezalandırmaya yönelik düzenlenmiş yasalara ise nefret yasası denir. Bir suçlu tarafından bir şahsa veya bir mülke karşı işlenen herhangi bir cezai suçun kaynağı o kimsenin: Irkı, rengi, etnik kökeni ya da uyruğu; dini; cinsiyeti, cinsel yönelimi, yaşı, fiziksel veya zihinsel engelleri ise bu suç nefret suçunu teşkil eder. Nefret suçları şu şekillerde işlenebilir: Sözlü taciz, tehdit edici davranışlar, nefretli konuşma, ad veya lakap takmak, postayla veya e-postayla rahatsız etmek, telefonla rahatsız etmek, mesajla rahatsız etmek, duvar yazısı, fiziksel saldırı, kabadayılık, mobbing, soygun, hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, sarkıntılık, gözdağı verme, şiddet, aile içi şiddet, kundakçılık veya diğer herhangi bir şekilde hasar verme. Bu iyi, güzel de nefret suçu zayıf olanı, güçsüzü, azınlıkta olanı korumaya yöneliktir. Bir dine inanmadığını söylemenin ceza getirdiği (Bkz: Turan Dursun’un öldürülmesi ve daha yakın zamanda Bahadır Baruter’in karikatürü, Nişanyan’ın başına gelenler) bir memleketteyiz. Ateistlere yönelik nefret söylemi hiç ceza almıyor. Başbakan kalkıp milyonlarca Aleviyi rencide edecek şekilde cemevine “ucube” diyor. İçki içene “ayyaş, alkolik, kafası kıyak” diyor. Muhalefet edene “çapulcu, darbeci” diyor. Hatta AKP yöneticisi Mahmut Macit bakınız ateistler için ne tür sözler sarfediyor: “Kişiliği bozuk ateist geçinen ruh hastası tiplerin ülkemde halen dinime küfretmesi kanıma dokunuyor. tecavüze uğramış bu tipler yok edilmeli.” Bu kişiye bırak hapis cezasını AKP kınama cezası bile vermiyor. Nefret suçu ise Nişanyan’ın şu sözleri olup yargılanıyor: "...Bundan yüzlerce yıl önce Allah ile kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir” burada bir hakaret yok ama bu söylem nefret suçu sayılıp Nişanyan hapis cezası aldı. İşte yazının başında “Sorun pakette var olanların nasıl uygulanacağı” derken bunu kastetmiştim. Dünyanın her yerinde nefret suçu azınlıkların ve tehdit altındaki mağdurların haklarını korumak içindir oysa paketteki nefret suçları Ateist, Alevi vs. azınlıkları korumak için değil, Sünni ideolojinin eleştirilmesini yasaklamak ve eleştirenlerin canına od tıkamak için. Durum ortada yine de açıkladım ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim 2010 referandumunda öyle bir kerizlendik ki… Pakete şüpheyle yaklaşmak için bu bile yeter.

14 Eylül 2013 Cumartesi

İNANCA SAYGI

İnanca saygı, epey tartışılmakta bu aralar. Şunu sık sık duyuyoruz: “Kardeşim inanmıyorsan da saygılı ol!” anladık pekiyi inanmıyorsak da saygılı olalım da neye saygılı olalım? Saygı duymamızı istediğiniz şey 1.400 yıl önce Arap yarımadasında yaşayan bir grup bedevinin savunduğu ahlaki kaideler ve ritüeller. Neden buna saygı duymamız gerekiyor? Merhamet, vicdan, empati gibi kavramlar bırak bir dine inanmayan insanları hayvanlarda bile var. Sahibini görünce sevinçle kuyruğunu sallayan köpek sahibini sevmiyor mu, yavrusunu emziren kısrakta merhamet yok mu, şempanze ve bonobonolarda empati duygusu, yardımlaşma ve paylaşma var. Demek ki iyi bir insan olmak için dine ihtiyacımız yok. Zaten bir insan sırf öbür dünyada yanmaktan kaçmak için ya da içkili seks alemlerine katılmak için diğer insanlara iyi davranıyorsa burda durup bir düşünmek gerekir. İçkili seks alemleri Kuran’ın müminlere vaadidir. Nebe suresi 31-34’ü bizahmet okuyun. Buraya yazmıyorum hususi yazmıyorum ki siz Kuran’da kendiniz okuyun bakalım kulluk vazifesini yerine getiren kullara vaat edilen ne? Bakalım elinizde dopdolu kadeh varken yanınızdaki huriler turunç memeli mi yoksa nar memeli mi olacak… Belki belki de memeleri daha yeni tomurcuklanmış birkaç teenage’le threesome yapacaksınız. İçkiden ve seksten uzak duracaksın içmeyeceksin, zina etmeyeceksin peki bunun mükafatı ne olacak? Bu yasaklara uymanın ödülü Nebe suresine göre bol bol içki ve seks. Burdaki mantıksızlığı görüyor musunuz ve bu öğretiye saygı duymamız bekleniyor. Haydi tüm tuhaflıkları göz ardı edelim şu dense: “İnanan insana saygı duyun” tamam amenna; ama “inanca saygı” nedir arkadaş yahu? İnsan doğru bulmadığı, onaylamadığı, 1.400 yıl önceki Arap toplumunun hayatını düzenleyen bir akaide neden saygı duysun? Haydi bunu da bırakalım saygı göstermemiz gereken bu öğreti kendisini kabul etmeyenlere saygı gösteriyor mu? Başka bir deyişle İslam ve Kuran saygıyı hak ediyor mu? Maide 60’ta iman etmeyenler için “maymun”, “domuz”, “şeytana tapan” gibi ifadeler kullanılıyor. Bizahmet açıp Kuran’ı okuyun. Müddesir suresi 50. Ayette Kuran ayetlerinden “yüz çevirenler” için “yaban eşekleri” diyor. Bakara suresi 65. ayette ve Araf suresin 166. Ayette de Allah’ın yasağına uymayanlar için “aşağılık maymunlar” diyor. İslam’a inanmayanlara kaç yerde “sapık” deniyor biliyor musunuz? Nisa 167 mi desem, Araf 146 mı desem, Yunus 32 mi desem, Bakara 16 mı desem… Dahası var merak eden açsın okusun. Bazan Allah öyle bir öfkeleniyor ki hızını alamıyor ve sadece imansızlara değil toptan tüm insanlığa sövüyor: Geberesice insan, ne de kâfirdir. (ABESE - 17) Bakın ne diyor sevgi ve barış dininin kitabı: “Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi yurdunuzdan çıkardıkları gibi siz de onları yurtlarından çıkarın. Fitne, adam öldürmeden beterdir. Yalnız onlar, Mescid-i Hâram yanında sizinle savaşa kalkışmazlarsa siz de onlarla Mescid-i Harâm yanında savaşmayın. Ama onlar, sizi orada öldürmeye kalkışırlarsa öldürün onları. Budur kâfirlerin cezası işte.” (BAKARA - 191) “Onlar, sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı ve böylece de hepinizin bir olmanızı isterler, onun için Allah yolunda yurtlarından göçmedikçe onların hiçbirini dost edinmeyin. Bunu kabul etmez de yüz çevirirlerse tutun onları ve öldürün onları bulduğunuz yerde ve onlardan ne dost edinin, ne yardımcı.”( NİSÂ - 89) Ne güzel değil mi sevgi ve kardeşlik fışkırıyor bu ayetlerden. Bir kitap sürekli olarak nefret propagandası yapacak bana sövüp sayacak hatta öldürülmemi emredecek ve ben bu kitaba saygı duyacağım. Tamam saygı duyuyorum beni bulduğunuz yerde öldürün. Bunu diyecek birini tanıyor musunuz? Acaba Müslümanlara sövüp sayan ve onları bulduğunuz yerde öldürün diyen bir kitaba Müslümanlar ne kadar saygı duyardı ya da saygı duyar mıydı?

20 Ağustos 2013 Salı

HISIR, FISIR, MISIR İTİN G.TÜNÜ HART ISIR!

T.C. tarihinde ilk defa bir başbakan hem 76 milyonun başbakanıyım diyor, hem de ardından alay eder gibi “Muhbir vatandaş olun, ispiyonculuk yapın, birbirinizi casuslayın…” diyerek halkın arasına nifak tohumları ekiyor. O tohumlar filizlenmeye başladı bile. “Beşiktaş’ta H. K. Gezi Parkı eylemleri sırasında aynı apartmanda oturduğu komşularının balkonda tencere-tava çalarak gürültü yaptıkları gerekçesiyle şikayetçi oldu. Savcılık da tencere-tava çalan anne ve iki çocuğu hakkında ‘kişilerin huzur ve sükununu bozmak’ suçundan 3 aydan bir yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı.”(Basından) Şimdi bu davanın nasıl açıldığı, kimlerin kimlere akıl hocalığı yaptığı meselesine hiç girmeyeceğim artık bunu herkes biliyor. Erdoğan’ın gazetecilere verdiği her demeçte, yapılan her mitingde, her konuşmada, her röportajda halkı kin ve düşmanlığa sevk ederek suç işlemesine de değinmiyorum. Ama gözlerden kaçan bir şey var. Herkesin dikkatini çekmesi gereken, gel gör ki hiç değinilmeyen bir şey… Erdoğan, insanları muhbir vatandaş olmaya teşvik ettiği konuda kendi işlediği suçu unutuyor. Hani 7 Haziran’da Afrika gezisinden dönüp gecenin saat 2.00’sinde halka seslenmişti. Önceden hazırlıklar yapılmış, ses düzeneği kurulmuş, metro seferleri uzatılmıştı ya. Neydi o gecenin saat 2.00’sindeki bağırtı, gürültü, patırtı? Erdoğan’ın sırf show amacıyla gece saat 2.00’den sabaha kadar miting yapması suç olmuyor da birkaç dakika için bir tavaya kaşıkla vurmak mı suç oluyor. Erdoğan havaalanında yaptığı showa doyamamış olacak ki saat 4.20 sıralarında eve vardı bu sefer mahalle içinde evinin önünde elinde mikrofonla bağıra bağıra yine konuştu. Tabii Erdoğan ne derse alkışlamak için toplanmış kalabalığın bağırtıları da cabası. Acaba o gürültüde kaç kişi yatağından sıçrayarak uyandı. Şimdi bu suç olmuyor mu? Bana göre değil tabii Erdoğan’a göre ve evinde tencereye kaşıkla vuran kişiler hakkında dava açan BAĞIMSIZ Türk yargısına göre. O halde Erdoğan’ın da dava edilmesi gerekmiyor mu? Halkın tepkisini, halkın muhalefetini hazmedeceksiniz. Yok hazmetmiyor musunuz, o zaman siyaset yapmayacaksınız. Demokrasi herkese lazımdır Erdoğan, kendine demokrat halka otokrat olmaya devam edersen bu çark farklı dönmeye başladığında bu millet seni affetmez. Şimdi nur topu bir gündemimiz de Mısır oldu. Erdoğan yatıyor Mısır, kalkıyor Mısır. Hani öyle baydı ki küçükken bir tekerleme vardı: “Hısır, fısır, mısır, itin g.tünü hart ısır!” derdik artık o derece saçmalaştı, bayağılaştı. Mısır’da kan akıyor diye feryat eden şahin gözlüler her nedense kendi ellerine bulaşan kanı görmüyorlar. Gezi olaylarında dövüle dövüle komalık edilenler, dövülerek öldürülenler, gözünü kaybedenler “çapulcu” ama; Mısır’dakiler “mazlum”. Gezide halka saldırıp adam öldürenler “kahraman” ama Mısır’da bunu yapan “zalim”. Burda ölenler “terörist” ama Mısır’da ölenler “şehit”. Uyan da etrafına bir bak, sırf iktidarın bir uygulamasına karşı çıktı diye öldürülen insanlar sadece o kadar uzakta değil burda da var. Haa unutmadan burası Mısır değil Türkiye!

15 Ağustos 2013 Perşembe

MISIR’DA DARBEYLE ASLINDA SİYASAL İSLAMCILAR GÜÇLENDİRİLİYOR

28 Şubat’ta neler neler olmuştu hatırlar mıyız? Şöyle biraz geriye gittiğimizde o günleri bir hatırladığımızda ya da o zamana ait bilgi ve belgeleri topladığımızda ilginç bazı şeyler görüyoruz. Anormal bir şeyler oluyor birileri bir işe girişmiş ama olayın sıcağında bu fark edilmiyor.O ana kadar tarikatlar yine vardı ama o günler sanki tarikatlar yeni ortaya çıkmış gibi her akşam ana haber bültenlerinde kafa sallayan, zikir yapan Aczimendiler, tutuklanan tarikat liderleri, Fadime’yle yatakta basılan Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı… İmam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması, başörtülü öğrenciler ve memurlar üstünde estirilen terör… Şiir okudu diye hapse giren bir belediye başkanı… Yani muhafazakâr diye tabir edilen kesime sürekli bir saldırı. İslamcılar sürekli tehdit ve saldırı altında gerçekten mazlum ve mağdur durumdalar. İşte bu mağduriyetle halkta İslamcılara karşı bir sempati yaratıldı. İslamcıların elinden iktidarın alınması aslında ABD’nin emriydi. Çünkü ABD Türkiye’de İslamcıları başa geçirmek istiyordu. Bunun için İslamcılar mağdur edilecek, darbeciler onların iktidarını devirecek ve onların daha sonra devletin tüm kurumlarını ele geçirmesine kimse ses çıkaramayacak, ses çıkaran da darbeci olacaktı. Erdoğan hapse girdiği için kahramanlaştırılmış, insanlar askerden ve giyim kuşama indirgenmiş zırva laiklik anlayışından iyice soğutulmuş, İslamcılara karşı sempati peydah olmuştu. İlerleyen yıllarda katı bir şekilde uygulanan başörtü yasağıyla da halk iyice kıvama gelmişti. Medenî ülkelerde bir siyasetçiye oy verirken dürüstlük, daha önce yaptıkları… vs. kriter olabilir amma ve lâkin herhangi bir nedenle mağdur olması bir kriter olmaz, olamaz. Bizim gibi Ortadoğu ülkelerinde ise bu önemli bir kriterdir. Bu halk artık AKP’yi tek başına iktidara taşımaya hazırdı. Nitekim öyle de oldu. İlk beş yıl boyunca AKP insanların kaygı ve önyargılarını da hesaba katarak ve gücünün sınırlarını hesap ederek ortamı germedi. Taa ki 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar. 2007’de cumhurbaşkanlığı için CHP’nin karşısına tek aday dayattı, bütün uzlaşma çabaları karşısında rest çekti aynı resti CHP de çekti. Cumhurbaşkanı seçilemedi ve ülkede kriz çıktı. E muhtıra falan derken AKP bir kez daha mağdur oldu. Ama bu olay bir kırılma noktasıydı artık AKP harekete geçti, ordu içinde İslamcı olmayan subayları bir bir temizledi. Sadece ordudan mı? Medyadan, gazetecilerden, bilimadamlarından, rektörlerden muhalif kim varsa bir bir almaya başladı içeri. Yarattığı Ergenekon öcüsüyle olmayan darbenin sanıklarını içeri tıkarken 12 Eylül’de olan darbenin sanıklarını ise yargılanmıyordu. Şimdi olmayan darbenin sanıklarını yargıladığı için olan darbeye karşı da göstermelik bir yargı yapılıyor sanki tek suçlu Evren ve Şahinkaya’ymış gibi başka yargılanan yok bir de tutuksuz yargılanıyorlar zaten. Evren de 100 yaşına yaklaşmış yargılamayı uzattıkça uzatıp ölmesini bekliyorlar Evren’in. Zaten 12 Eylül anayasasının başta YÖK ve seçim barajı olmak üzere anti-demokratik maddelerine de dokunmuyorlar. Nihayetinde AKP de 12 Eylül mirası bir parti. Siyasal İslam bir ilaçtır ABD için, siyasal İslam solcuların karşısında bir düşman, ABD’ye karşı ise kardeşten de yakın biricik müttefiktir. Siyasal İslam emperyalistler için candır, kandır, kankadır. Dinle beyni uyuşturulan bir kitleye dini kullanarak hükmetmek kolaydır. Artık onlara “Allah’ını seven beni takip etsin!” dediğinizde peşinize takılacaklardır. “Allah için, din için…” diyip aslında kendi menfaatiniz için onları yönlendirebilirsiniz. Aslında dine imana değil sadece size karşı olanları bir kez “din düşmanı” olarak kabul ettirirseniz işiniz çok kolaydır. Dünyada yönetilmesi ve yönlendirilmesi en kolay topluluk dindar insanlardır. İstediğiniz gibi hasımlarınızın üstüne saldırtabilirsiniz onları. Bunu Şubat 1969’da ABD’yi ve 6. Filo’yu protesto eden gençlere bıçaklı sopalı saldırılarıyla da, sonrasında Maraş katliamıyla, daha yakın tarihte Sivas katliamıyla, son olarak da Gezi parkı olaylarında satırla, bıçakla, sopayla pusuya yatanlarla gördük. Siyasal İslam’ın tepesindekiler de aynıdır. ABD askerleri Irak’ta camide adam öldürüken, camilere girip içinde basketbol oynarken, yüzlerce Iraklı kadına kıza tecavüz ederken sus pus olur da polisten kaçan insanlar camiye sığınınca “Vay yezidin dölleri camiye pabuçla girersiniz haa!” diye ortalığı birbirine katar. Ve kitle aynı kişilerin geçmişte Irak’ta her rezilliği yapan ABD’ye bırak tepki göstermeyi, ABD yanında Irak’a karşı savaşmak için tezkere çıkarmaya uğraştığını da unutur. Canını kurtarmak için camiye sığınanlar dindarın gözünde din düşmanıdır artık. Az buçuk öngörü ve siyasi tecrübesi olanlar için bugün etrafına bakıp birkaç yıl ilerisini görmek bazı olaylarda mümkündür. Mısır’da bugün İslamcılar, şeriatçılar mağdur ediliyorsa bu ABD’nin kirli bir tezgâhından başka bir şey değildir. 28 Şubat sayesinde Türkiye’de gerçekleştirilen değişim şimdi Mısır için uygulanmak isteniyor. İşte olay bu.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

STRATEJİK HATA

Başkanlığını AKP Kütahya Milletvekili İdris Bal’ın yaptığı Avrasya Global Araştırmalar Merkezi (AGAM) tarafından hazırlanan ‘Taksim Olayları Analizi’ başlıklı raporda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın ‘yanlış bilgilendirilerek’ olayın tarafı haline getirildiği belirtildi. Raporda ‘stratejik hata’ yapıldığı, yerel projenin halka danışılması gerektiği vurgulandı. Bal, raporun amacının AKP’yi veya muhalefeti övmek ya da eleştirmek olmadığını söyledi. Amacın ‘ülke menfaati’ olduğunu söyledi. Söyledi de gerçek bu mu aceba? Bunu teyit etmenin yolu rapora bir göz atmaktır. Bal’ın raporuna şöyle bir bakalım. Raporda diyor ki: “Taksim olayları çevreci bir duyarlılıkla ve az sayıda insanın katılımıyla başlamıştır. Fakat görünürde bu az sayıda çevre duyarlılığına sahip insanlara yönelik müdahalenin şekli ve onlarla yeterince diyaloğa geçilememesinin neticesinde muhtemelen fırsat bekleyen belirli odakların sahneye çıkmasıyla olayların muhtevası ve şekli tamamen değişmiş, olaylar Taksim’de ne olduğu ya da ne olacağı ile ilgili olmaktan çıkmış, daha ziyade öncelikle Sayın Başbakan’a, ikinci derecede ise hükümete yönelik genel bir hoşnutsuzluk ve tepki haline dönüşmüştür.” İşte bu ifadeler Bal’ın ne kadar samimi olduğunu gösteriyor. Gezi olaylarında hatalı hatta “hatalı” da değil “suçlu” olan İktidar nedamet getireceğine suçunu kabul edeceğine “fırsat bekleyen belirli odakların sahneye çıkması” palavrasıyla Gezi protestosunu yapan halk adeta “terörist” ilan ediliyor. Aynı hoşgörüsüzlük, aynı tahammülsüzlük… İşte bu tavır yüzünden insanlar patlamıştı zaten. “Taksim örneğinde, ne alternatifler oluşturulurken ne de hangi alternatifin benimsenmesi gerektiği hususunda yeterince halka sorulmamıştı.” diyor rapor. Bu doğru işte lakin bunu o zaman anlamak çok mu zordu? Başbakanınız gezi parkı protestosu yapan vatandaşlara hakaret edip “Topçu Kışlası’nı yapacağız” demekle kalmayıp “AKM’yi de yıkacağız, cami de yapacağız.” derken uyuyor muydunuz? O sırada bu eleştiri neden yapılmadı, şimdi 10 bin insan yaralandıktan, 5 kişi öldükten, 11 kişi gözünü kaybettikten ve yüzden fazla insan beyin travması geçirdikten sonra mı bunu söylemek aklınıza geldi? Başbakanınız dediğim dedik , çaldığım düdük tavrıyla inanılmaz bir inatla bunu söyleyenlere hakaretler yağdırırken nerdeydiniz? Raporda “Sayın Başbakan, projenin sahibi, tarafı, planlayıcısı ve yürütücüsü gibi yansımış, yansıtılmıştır.” deniyor ki buna diyecek laf bulamıyorum. Nedense aklıma ABD’nin “Ohio” (“Oha ya” diye okunur) eyaleti geliyor. Demek Başbakan “projenin tarafı gibi YANSITILMIŞ”. Çok merak ediyorum acaba bu raporu hazırlayan iyi niyetli ve dürüst arkadaşlar, akşam haberlerini izliyorlar mı ya da aceba ellerine bir gazete alıp hiç okumuşlukları var mı? Erdoğan daha mayısta yeni Osmanlı arşivleri binasının açılışında “Biz oraya Topçu kışlasını yapacağız.” derken de taraf olmadı mı? Eylem yapan insanlara “Birkaç tane çapulcu” derken onlara “pabuç bırakmayacağını” söylerken de mi taraf olmadı? Erdoğan “% 50’yi evinde zor tutuyorum” derken de taraf olmadı mı? Hadi hepsini geçtim yine mayıs ayında Erdoğan, Garipçe'de 3. Köprü'nün temel atma töreninde Gezi parkındaki ağaçların sökülmesine karşı çıkanlara: ''Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik. Yapacağız.'' demedi mi? Ama nedense “tamamen ülke menfaatleri için hazırlanan” bu ilginç raporda Başbakan’ın aslında taraf olmayıp sanki “projenin yürütücüsü ve tarafıymış gibi YANSITILDIĞI” iddia ediliyor. Raporda “Taraf olarak sadece Sayın Başbakan ve hükümet görülmüştür. Bunun sonucu olarak da, sorun çıktığında birinci derecede Sayın Başbakan, ikinci derecede AK Parti, üçüncü derecede hükümet, dördüncü derecede ise devlet sorunun tarafı haline gelmiş ve getirilmiştir.” Şimdi burdan ne çıkıyor? Şu çıkıyor: Sorunun çıkması ve büyümesinde Başbakan’ın hiçbir hatası yokmuş. Oysa bu daha önce bir sanatçının da söylediği gibi sadece ağaç ya da park meselesi değil. Halkın birikmiş öfkesinin bir kabarışıydı bu. Kendisi gibi düşünmeyenleri sürekli aşağılayan, kibirli ve hakaretçi bir başbakan, ülkede yığınla sorun varken bunlara eğilmek yerine insanlara zorla kendi dindarlık anlayışını dayatan bir Başbakan, Türkiye’deki eğitim sistemini kökünden değiştirirken hiç kimseye danışmayan, hatta vekilleri 4+4+4’ü tekmelerle yumruklarla komisyondan geçirten bir başbakan, ataması yapılmayan öğretmenler intihar ederken ülke kaynaklarını yandaşlarına kömür ve erzak dağıtmaya harcayan bir başbakan… Daha türlü türlü marifetlerini saysak sayfalar yetmez. Oysa raporda olayın sanki hiç öncesi yok da her şey Gezi parkındaki ağaçların sökülmesiyle başlamış gibi yansıtılıyor. “Sayın Başbakan yanlış yönlendirilmiş, bu böyle olmasa bile kamuoyuna yansıdığı kadarıyla krizin damardan tarafı haline getirilmiştir. Bu ise stratejik bir hata olmuş, pusuda bekleyen, kaostan nemalanan illegal yapılanmalara fırsat verilmiştir.” Raporun ne kadar traji-komik olduğunu görüyor musunuz? Başbakan “yanlış YÖNLENDİRİLMİŞ” yani yine suçu başkasına atma var. Gerçi kimsenin Erdoğan’a çık da eylemcilere “çaplcu, kemirgen” bilmem ne de “ne yaparsanız yapın, karar verdik yapacağız o kadar” de ortamı iyice ger dediğini zannetmiyorum herhalde aklı başında her insan da böyle bir şeyin olduğunu düşünmez ama haydi bu “yanlış YÖNLENDİRİLMİŞ”i kabul edelim. O zaman bu iddiayı ortaya atan iddiasının arkasını doldurmalı. O halde açıklayın Başbakan’ı KİM ya da KİMLER yanlış yönlendirdi? Açıklayın çünkü bu yanlış yönlendirenlerin yönlendirmesi 5 kişinin hayatına maloldu. Aynı yerde araya yine “illegal yapılanmalar” kelimesi sıkıştırılıp polis şiddeti mazur gösterilmeye çalışılmış. Bir de raporda “MHP lideri Bahçeli’nin uyarıları ve bir camianın o topluluklara karışmasını engellemesi takdir edilmesi gereken bir duruş olmuştur. CHP ve BDP için ise aynı yorumu yapmak mümkün değildir.” diyor ki bu da raporun ne kadar objektif olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Rapora şöyle bir bakınca Başbakan’dan ziyade herkes ve her şey suçlanmış. Rapor, yaklaşan yerel seçimler öncesi bir nevi günah çıkarma amacı taşısa da tek amacı bu değil. Erdoğan’ı, AKP’yi ve polis şiddetini aklamaya çalıştıkları kurnazca hazırlanmış bir rapor. Her şey ortadadır.Erdoğan nerdeyse iç savaş çıkarmış 5 kişinin ölümüne ve binlerce insanın yaralanmasına, sakatlanmasına neden olmuştur ve derhal istifa etmelidir.

9 Ağustos 2013 Cuma

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI – III

İşte Patrikhane’nin olduğu caddeye neden Sadrazam Ali Paşa Caddesi adı verilmişse ya da Özalp’teki kışlaya neden Mustafa Muğlalı’nın adı veridiyse; 3. Köprüye de Yavuz Sultan Selim adı o yüzden verilmek istenmektedir. Devlet Alevilere diyor ki: “Akıllı ol. Yavuz’u unutma. Geçmişte kökünüze kibrit suyu döktük bugün de dökeriz ona göre!” Düşünebiliyor musunuz bugün Almanya’da Yahudilerin de yoğun olarak yaşadığı bir yerde köprü yapılacak ve adı da “Adolf Hitler Köprüsü” olacak. Böyle bir şeye kalkışan Alman siyasetçinin siyasi hayatı anında biter. Alevi düşmanı Erdoğan ve AKP her konuda olduğu gibi yine nefret propagandasına ve Alevilere işkence yapmaya devam ediyor. İstanbul’da yaşayan yığınla Alevi her gün dedelerini öldürten bir delinin adını taşıyan köprüden geçecek. Sadece İstanbul’la sınırlı da değil zaten İstanbul’da otursun oturmasın Türkiye’nin her yerinde İstanbul’daki köprülerin adları biliniyor. Bu durumdan rahatsız olmak için “dört dörtlük Alevi” olmaya hatta ve hatta Alevi olmaya da gerek yok, kanımca İNSAN olmak yeterli. Şimdi bakalım dört dörtlük Alevi Erdoğan 04.05.2011 tarihinde, Amasya’da yapmış olduğu konuşmasında Aleviler için ne söylemiş: “Eğer Alevilik Hazreti Ali KeremallahüVeche’yi sevmekse, ben Alevilerden daha çok Aleviyim. Ama bunların yaşamında Hazreti Ali var mı? Hazreti Ali gibi yaşamak var mı? Yok. Hazreti Ali nerede, bunlar nerede.” Bitmedi bu yılın şubat ayında konuşmada şu sözleri de sarf etmiş: “Alevilerin sorunları Kürtlerden fazladır söylemi de doğru değil. Onların sesleri fazla çıkıyor.” Mart 2012’de Erdoğan’ın Almanya seyahati protesto edildi. Gerçi kafasını Türkiye’den dışarı çıkarıp dış ülke haberlerine bakmayanlar çok şaşıracak ama protesto bir haktır ve suç değildir. Erdoğan bu protestoyla ilgili olarak şu sözleri sarf etti: “Almanya’da PKK ve Ermeni örgütleriyle birlikte, yalnız bunun da altını çiziyorum, isminin başında Alevi sıfatı olan bazı dernek ve federasyonlar işte o gösteriyi birlikte organize ettiler.” Alevileri adeta terörist ilan eden şu açıklamaya bakar mısınız? Ne zaman Sivas katliamı anılmak istense AKP’nin tepesine oturup istediği gibi yönettiği bu devlet tedhişe başvurmakta en sıkı güvenlik önlemleri alınır insanlar gazla, copla, tazyikli suyla dağıtılır ve bir sürü kişi gözaltına alınır. (Oysa katliam sırasında insanlar diri diri yakılırken devlet bunu seyretmişti. Ama ne gam Alevilerin hiç sorunu yok sadece “sesleri fazla çıkıyor”) Bunun yanı sıra Madımak oteli yenilenip kültür merkezi olmuştur ve şimdi katliam günü ölen 37 kişinin adları girişte yazmaktadır. 1993’teki katliamda 35 insanımız göz göre göre öldürülürken otelin çevresini saran binlerce kişilik psikopat sürüsünden 2 kişi de Alevilere saldırırken otele fazla yaklaşıp hatta içine girip ölmüştü. Kurbanların ailelerinin ve bir sürü insanın itirazlarına rağmen bu iki katilin adının katledilen insanların adlarının arasına yazılması nasıl bir şey aceba? Bence olsa olsa patolojik bir zenofobinin ürünü. Erdoğan Alevi düşmanı olduğunu zaten ara ara kendi sözleriyle de açığa vuruyor. Ağustos 2010 tarihinde Çorum’daki konuşmasında: “Çorum’un yetiştirdiği Şeyhülislam Ebussuud Efendiyle gurur duyuyoruz” demiştir ki. Şeyhülislam Ebussuud denen psikopat Alevilerin katlinin vacip kanlarının, ırzlarının ve mallarının helal olduğunu söyleyen eli kanlı, aşağılık bir katildir. Ebussuud’la gurur duyacak kadar Alevi düşmanı olmak çok uç bir durumdur. Almanya’da bir siyasetçi Hitler’le ya da Nazi subayı Gobels’le gurur duysun, bakalım neler oluyor. Erdoğan adeta bunu yapıyor, geçmişteki soykırım suçlularıyla gurur duyuyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Sonra da Times’a ilan verenler mitinglerini Nazilerin Nünberg mitinglerine benzetince coşup sövmeye başlıyor. Bundan başka Kenan Evren’in resmi arşivinde tutulan mektupta, 12 Eylül döneminin Emniyet Genel Müdürü Refet Küçüktiryaki’nin, “Yavuz Sultan Selim’den sonra en büyük Alevi Kızılbaş düşmanıyım”, “Malatya il merkezindeki 40 bin Alevi’ye kan kusturdum”, “Türkiye’de ilk defa resmi olarak Alevi soykırımını devlet adına başlatan benim” ifadeleri yer almaktadır. Erdoğan’ın bunu bilmemesi imkansız. Benim gibi sıradan bir vatandaş bile bunu biliyorsa Başbakan bunu dünden biliyor. Muhteşem Yüzyıl dizisi için savcıları göreve çağıran Erdoğan bu ifadeler için savcıları göreve çağırmıyor. Dahası Erdoğan’ın Nisan 2011’de İstanbul’da sarf ettiği şu söz çok önemli: “Bakın biz 81 vilayetten 80’inden milletvekili çıkarıyoruz. Bir tek vekil çıkartmadığımız il Tunceli, o da malum sebeplerden dolayı” İşte Erdoğan bu sözünde kendini ele veriyor. Artık bunu açıklamaya dahi gerek duymuyorum. Erdoğan ne zaman Alevilerle ilgili konuşmaya kalksa sözleri tam bir facia. Sürekli nefret propagandası yapan ve bir kısım inanç sahibi insanı hedef gösteren bir başbakanımız, bir iktidarımız ve bir devlet geleneğimiz var. Şaka gibi. Alevilerin talepleri Gezi olaylarından sonra iktidarın ne kadar demokrat olduğunu gösterecek olan ikinci bir turnusol kâğıdıdır. İlk fırsatı kaçıran AKP bakalım şimdi ne yapacak.

8 Ağustos 2013 Perşembe

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI - II

Şimdi tekrar gelelim Alevi-Bektaşi Federasyonları ve Derneklerinin Polat Rönesans Otel'deki iftarına… İftarda Lokma Duası'nı yaptırmak için kürsüye gelen Alevi dedesi, Cumhurbaşkanı Gül'den iki ricada bulundu. Alevi Dedesi, cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini ve 3. Köprü'ye Alevileri rencide eden Yavuz Sultan Selim isminin yerine Alevi ve Sünnileri kucaklayan Yunus Emre'nin adının verilmesini rica etti. Bunlar gayet makul talepler ama iki talebi de kabul edilmedi. Bu isteklere “Evet” dememek reddir.Çünkü bunları kabul etmeyenler açık açık “Hayır” diyemez. Başbakan Yardımcısı Arınç, köprüden hiç bahsetmedi. Alevi inancına ne kadar saygı duyduğunu ve birbirimizi sevmek zorunda olduğumuzu söyledi. Buraya kadar pek bir şey yoktu, bu Alevilere yönelik olarak hükümetimizin her zaman uyguladığı mizansendi. Ama bu sefer Arınç yeni bir geçiştirme taktiğine daha başvurdu. “Önce laik bir devletiz, laik bir devletin olduğu bir ülkede eğer bir yasa çıkarmamız gerekiyorsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dört temel unsurundan birisi olan, yani sosyal, laik, hukuk devleti olma konusunda yapacağımız yasama çalışmalarının laiklik prensibine de uygun olması gerekir. Sanıyorum buna hiç kimsenin itirazı olmayacaktır." Bravo yani! Laiklik konusunda hassasiyeti olanlara laikçi diyip onlarla alay edersiniz. Hiçbir zaman hiçbir konuda laikliği önemsemezsiniz, hatta partiniz hukukçular tarafından laiklik karşıtı bir odak olmakla suçlanmıştır. Ama gel gelelim Alevilerin talepleri söz konusu olunca birden laikçiden de laikçi kesiliyorsunuz. Arınç aynı konuşmasında anayasada değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek kanunların olduğunu hatırlatıp "Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez konusunda nasıl bir adım atabiliriz?” diyor. Şimdi anayasamızın ilk üç maddesi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bu doğru. Doğru olmaya doğru da nedir bu üç madde, bir hatırlayalım: 1) Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. 2) Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. 3) Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir. Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı "İstiklal Marşı" dır. Başkenti Ankara'dır. Şimdi isteyen elini vicdanına koysun, isteyen başka bir yerine koysun. Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması bu üç maddenin hangisine aykırı oluyor? Arınç, Alevilerin cemevlerini ibadethane olarak tanımamak için kendi kendine bir sürü engel icat etti. Belli ki bu talebin geleceğini biliyordu ve hazırlıklı gelmişti. Bakalım neler dedi: "Şimdi bir, mevcut laik rejimde bu nasıl olacak? İki, İslam inancı bu konuda ne diyor? Üç, Alevilik inancı bu konuda ne söylüyor? Dört, geleneklerimiz, örf adetlerimiz içerisinde bunu nereye koyabileceğiz? Müsaade edin bunları düşünmemiz lazım." Art arda bazı engeller uydurup bunları sırala ve bu şekilde üstü kapalı olarak cemevlerinin ibadethane olmasına müsaade etmeyeceğini söyle. Olay bu. Zaten biz de Arınç’ın “Nee olur mu lan! Defolun, ne sizi istiyorum ne ibadethanenizi pis Kızılbaşlar!” demesini beklemiyorduk. Elbette böyle bahaneler uydurarak geçiştirecek. Elbette reddedişini mantığa bürümeye çalışacak. Arınç cemevlerinin tanınmasının laiklik açısından sakıncalı olduğunu söylüyor ama aslında Arınç her şeyi tersine çevirmeye çalışıyor. Vatandaşların din ve inanç özgürlüğüne müdahale ederek asıl AKP laikliği çiğniyor, yani aslında cemevlerinin ibadethane olarak tanınması değil ibadethane olmasının yasaklanması laikliğe aykırı bir şey. Ayrıca AKP laiklik konusunda hassasiyeti olan son parti bile olamaz. Yalnız Arınç dersine iyi çalışmamış köprü için hazırlıklı gelmemiş ki Yavuz Sultan Selim Köprüsü için ağzını bile açmadı. Gelelim 3. Köprünün adına… Yavuz Sultan Selim hem babasına darbe yapıp tahta geçmiş bir darbecidir hem de erkek kardeşlerini tahtı onlara kaptırmamak için güzelce öldürmüştür. Yavuz aynı zamanda Safevileri ve Memlük devletlerini talan etmiş bir yağmacıdır ya da son zamanların harc-ı âlem deyişiyle “çapulcu”dur. Bunun dışında Yavuz binlerce Alevi’yi kılıçtan geçirmiş bir soykırım suçlusudur. İşte Yavuz budur! Pekiyi bu gaddar adamın (adam demeye de dilim varmıyor ya) adı neden köprüye verilmek isteniyor? Gelin bunu bir irdeleyelim. Fener Rum Patrikhanesi’nin olduğu caddenin adı “Sadrazam Ali Paşa Caddesi”dir. Sadrazam Ali Paşa ise 22 Nisan 1821’de Fener Patriği Grigoryos’u astıran Osmanlı sadrazamıdır. Patrik Gigoryus, patrikhanenin orta kapısında boynuna yaftası takılarak idam edilmiştir. İşte Patrikhaneye giden Rumlara verilmek istenen mesaj şudur: “Onu astık, seni de asarız! Akıllı ol!” Bu aynı zamanda Rumlara yapılan sadistçe bir işkencedir. İşkence illa da fiziki olmaz psikolojik işkence yeri geldiğinde fiziksel işkenceden çok daha beterdir. İşte patriğinizi asan adamın adını patrikhanenin olduğu yere veriyoruz, bir halt yapamıyorsunuz, şeklinde bir işkencenin yapıldığı da aşikardır. Sadece bu olayın yaşanıp, benzer şeylerin yaşanmadığını düşünen yanılır. İkinci bir örnek de Van’ın Özalp ilçesindeki Kara Kuvvetleri’ne bağlı Özalp Kışlası’nın adının “Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirilmesi. Mustafa Muğlalı, yıllar önce Özalp’te birisi 11 yaşında bir çocuk olan 32 suçsuz köylüyü kurşuna dizdirerek öldürmüş. İdama mahkûm edilmiş ama yaşı nedeniyle cezası 20 yıl hapse çevrilmiş bir yüzkarasıdır. Ordaki vatandaşa devlet açık açık “Ayağını denk al, Muğlalı’yı unutma geçmişte harcadık. Bugün de harcarız” diyor.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

İKTİDARIN ALEVİLİKLE İMTİHANI - I

İki hafta kadar oluyor, işlerin yoğunluğu stres, kafa dağınıklığı gibi şahsi sorunlar yüzünden yazamıyordum. Ama şahsi sorunlarımızdan daha önemlisi insanlara karşı, insanlığa karşı olan sorumluluklarımızdır, uzun etmeyelim. İki hafta önce Alevi-Bektaşi Federasyonları ve Derneklerinin iftar programı vardı. İftar Polat Rönesans Otel'de verilmişti ve iftara Cumhurbaşkanı Gül'ün yanı sıra Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş gibi isimler de katıldı. Yine Alevilerin bazı talepleri oldu ve alışıldığı üzere ne ABDullah Gül ne de Arınç Alevilere herhangi bir söz vermedi. Hiçbir taleplerini karşılayacaklarını söylemediler ve sadece Alevileri ne kadar çok sevdiklerini söylemekle yetindiler. Bu mizansen zaten sürekli sahneleniyor Alevileri diri diri yakmakla suçlanan Sivas katliamı sanıklarının zamanaşımından yırtmasını sevinçle karşılayıp vatana millete hayırlı olsun, diyen bir genel başkanın yardımcısı olan ve üstelik Sivas katillerini savunan avukatları milletvekili yaparak ödüllendiren bir hükümetin sözcüsü Alevileri çok seviyor üstelik Alevi inancını da kendi inancı gibi kabul ediyormuş, vah vah vah gözlerim yaşardı! Eğer Arınç samimiyse derhal AKP’den istifa etmelidir. Neden mi? AKP liderinin Sivas sanıklarının zamanaşımından serbest bırakılmasını sevinçle karşıladığını hatta Sivas katillerinin avukatlarını ödüllendirdiğini yukarıda yazmıştık. Bundan başka AKP’nin genel başkanı Karacaahmet cemevine “ucube” demiştir. Türkiye’de bir camiye “ucube” dediğinizi düşünün ne olur? Ben söyleyeyim: Hapse girersiniz. Erdoğan bununla da kalmadı ruhsatsız olduğu gerekçesiyle Karacaahmet cemevini yıktırmaya kalkıştı. Oysa dağ taş kaçak camilerle dolu, hangi biri yıkılıyor? Bununla da kalmadı cemevlerine “cümbüşevi” diyerek Alevilerle alay etti. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Alevi olduğunu söyleyerek onu ve Aleviliği seçim meydanlarında yuhalattı. Mecliste cemevi için önerge verilmesi üzerine AKP “Alevilik, ayrı din değil.” Gerekçesiyle cemevine karşı çıktı. Oysa senden cemevi isteniyor ayrı ya da değil bunun konuyla alakası yok, hem Aleviler dururken bu saptama sana düşmemiş. Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Alevi-Bektaşi Kuruluşları Birliği Kültür Derneği'ni, 'azınlık yaratarak, herhangi bir bölgenin veya ırkın veya sınıfın veya veya bir dil ve mezhepten olanların diğerlerine hakim veya diğerlerinden imtiyazlı olmasını sağlayacağı' gerekçesiyle kapattı. Geçen yıl Tunceli’de Dersim Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi Derneği, başkanları Aysel Doğan’ın KCK soruşturması kapsamında tutuklanmasının ardından, ’Amacı dışında faaliyet gösterdiği’ gerekçesiyle mahkeme kararıyla kapatıldı. Yahu bir dernek başkanı dernekle ilgisi olmayan bir suç işlediyse derneği kapatmak da ne oluyor? Bitmedi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, tüzüğünde cemevlerini “ibadet yeri" olarak nitelendiren ifadeler nedeniyle Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkında kapatma davası açtı. Dernek kapatıldı. Bir cemevi yaptırma derneğini kapatmak aslında Aleviliği yasaklamaktır. Çünkü cemevi olmazsa cem ayinleri de olmaz. Cemevi yaptırma derneğini kapatmak aslında Alevilerin cem yapmasını önlemektir yani Aleviliği yasaklamaktır. İşte iktidarın ve diyanetin sürekli Aleviler bizden farklı değil, onlar da Müslüman ayrı gayrı yok, demesi aslında Alevileri sevdiklerinden değil onları asimile etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Hiç sevseler habire ipe sapa gelmez bahanelerle derneklerini kapartırlar mı? Her türlü Alevi kuruluşunu, derneğini kapatmak adeta Alevilere savaş açmak hiç Alevileri kabullenen aklı başında insanların yapacağı iş mi? Yoksa asıl bölücülük bu mu?

4 Ağustos 2013 Pazar

ERDOĞAN’IN PANİĞİ VE SONUN BAŞLANGICI

Erdoğan bu gezi olaylarıyla toplumda bir kırılmanın yaşandığının ve korku duvarının artık aşıldığının farkında. İşte bu farkındalık yüzünden panikledikçe panikliyor. Panik içinde koltuğu sallanmasın diye halkı birbirine kırdırmak hatta gerekirse iç savaş çıkarmak istiyor ne olursa olsun, bu ülke batsın, mahvolsun yeter ki koltuğu kaptırmayayım derdinde. İşte bu yüzden sürekli nefret propagandası yapıyor. Çırpınıyor çırpındıkça daha çok batıyor, bunu da biliyor yine de çaresizlik içinde çırpınmaya devam ediyor. Erdoğan, anormal bir şekilde kafayı Gezi olaylarına takmış ve kıvranmakta. Bir şeylerin yaklaştığını hissediyor ve sürekli bir şeyler deme, bir yerlerden yardım isteme ihtiyacında. Son olarak cuma günü The Times gazetesinde yayınlanan ve gezi olaylarındaki tavrını eleştiren ilan için şunları söyledi: "Bunlar düşüncelerini fikirlerini kiraya vermiş tipler. Demokrasiye inanmış tipler olsa yüzde 50 ile iktidar gelmiş bir Başbakan'a diktatör deme ahlaksızlığını göstermezdi. Sen beni nereden tanıyorsun benimle ne zaman konuştun? Times kendi sayfasını kiraya veriyor, ahlaki zaafıdır bu onların. Times ile ilgili arkadaşlarım hukuki girişimde bulunacaktır." Bir kere alınan oy oranı ile diktatörlük arasında bir korelasyon yoktur. Demokrasiyi içselleştirememiş, zorbaca davranan, hakkındaki en ufak bir eleştiriye koştura koştura dava açan biri isterse % 99 oy almış olsun diktatördür. Eğer yüksek oy oranı alan iktidar diktatör değildir, diye sakat bir mantık yürütecek olursak Kenan Evren de Saddam Hüseyin de diktatör değildir ne de olsa oy oranları bir hayli yüksekti. Ayrıca hukuki girişimde bulunacaksın da ne yapacaksın çok merak ediyorum metni baştan sona okudum hiçbir yerinde bir hakaret yok. Metinde hakaret yok ama sen açık açık “ahlaksız” diyerek hakaret ediyorsun ki onlar sana dava açsa yeridir. Herhalde sen ordaki gerçek yargıyla bizdeki kuklaları karıştırıyorsun. İngiltere’de hukuk var burdaki gibi katledilmiş hukuk değil gerçekten (burjuva anlamda da olsa) hukuk var. 12 Eylül'den kalma seçim barajı için ise aynı teraneyi söyledi. "Benim barajla ilgili düşüncem bellidir. Bizim bu konuyla ilgili herhangi bir oynama gündemimizde yok. Baraj bizim dönemimizin çıkardığı bir şey değildir. Biz ülkemize sancı çektirmek istemiyoruz. Tecrübe edilmiş süreci devam ettirmek istiyoruz" Yani bu anti-demokratik çirkin uygulamayı biz getirmedik, biz kaldırmayız gibi tuhaf bir şey. Yahu hani 12 Eylül’le hesaplaşacaktınız? Hani daha demokratik bir anayasa yapacaktınız? Bir de “Sen beni nereden tanıyorsun benimle ne zaman konuştun?” lafı var ki evlere şenlik. Demokrat olup olmadığını anlamak için Erdoğan’la konuşmaya gerek yok ki. Bunca insan seninle konuşarak mı sana oy verdi? Hem zaten senin ne kadar demokrat olduğunu anlamak için akşam haberlerini izlemek yetiyor. Şöyle bir gazeteleri karıştırmak yetiyor. Cumartesi günü de gayet demokrat bir şekilde Gezi parkına girmek isteyenlere izin vermemiş, insanlar demokratik bir şekilde dövülmüş ve demokratik TOMA’lardan üstlerine biber gazlı su sıkılmış. Sayenizde ülke milyonlarca mahkumlu kocaman bir cezaevine döndü. Gün ola harman ola durun bakalım, bu hep böyle gitmeyecek sizin diktatörlüğünüzün ömrü askeri cuntanın diktatörlüğünden daha da kısa olacak. AKP askerleri siyasetin içinden çıkardı. Bu yaptığı şey olumlu güzel bir şeydi evet bunu istediği gibi at oynatmak için tamamen kendisi için yapmıştı ama bunu yaparken AKP aynı zamanda kendi diktatörlüğünün sonunu da farkında olmadan hazırlıyordu. Şimdi ordunun kanatları altında ordunun himayesinde bir iktidar yok. Her yere adamlarını doldurma çabası içinde de olsa ordunun himayesinden yoksun bir diktatörlük çok da uzun ömürlü olmaz. AKP kendine alan açmak isterken orduyu iyice etkisizleştirip farkında olmadan kendi diktatörlüğünün sonunu da hazırladı aslında.

1 Ağustos 2013 Perşembe

ANALAR AĞLASA DA TAYYİP’İM AĞLAMASIN!

Tarih 28 Aralık 2011’i gösteriyordu. Uludere’de kaçakçılıktan başka çaresi kalmamış, devletin iş vermediği, umursamadığı 34 köylü; sınırdan geçiyordu. Köylüler, birilerinin emriyle uçaktan üstlerine atılan bombalarla can verdiler. Olayın üzerinden nerdeyse iki yıl geçti. Sorumlular hâlâ bulunmuş değil. Ne kadar tuhaf 34 insanı bir anda öldür ve hiçbir şey olmamış gibi devam et. Bir gün içinde 34 sinek bile öldürseniz bu biraz tuhaf karşılanır. 34 insan ölmüştü yahu insan! Bunlar sinek böcek falan değil. Bildiğimiz İNSAN! Bırak sorumluların araştırılması, bulunması, cezalandırılmasını… Bir özür bile dilenmedi bu öldürülenlerin ailesinden. Açılım, barış, bilmem ne palavralarıyla nutuklar atan AKP ilk andan beri katliamın üstünü örtmek için gösterdiği çabayı suçluları bulmak için gösterse şimdiye bu insanların ailelerinin de kamunun da acıları biraz dindirilmiş olacaktı. Bir özür bile dilenmeden adeta: “Baarmayın lan! Parası neyse veririz. Şimdii ne kadar adam öldürdük? 34 adet. Tanesi şu kadardan 34 adet şu eder. Hadi alın şu parayı susun tamam işte ödedik.” der gibi tazminat ödemeye kalkıştılar. Uludere faciasında ölenlerin aileleri Başbakan’la da görüşmek istedi ama bu istekleri reddedilmişti. Geçenlerde Erdoğan’ın yolu o tarafa düştü. Şerafettin Elçi Havaalanı’nın açılışı için yolu düşen Erdoğan bu sefer lütfedip de öldürülen böceklerin aileleriyle görüşmeye tenezzül etti. Görüşmede Erdoğan üzgün olduğunu söylüyor ve "olayın takipçisi olacakları" sözünü veriyor. Artık bu nasıl bir takipçilikse olay cereyan edeli nerdeyse 600 gün olmuş bu 34 insanı öldüren kişi isterse şıp diye ortaya çıkarılıp yargı önüne getirilebileceği halde serbest ve bizzat olayın takipçisi tarafından kollanıyor. Dahası Erdoğan ailelerden halen özür dilemiş değil. Uludere’de ölenlerden birinin anası diyor ki: "Oğlumun 13 yaşında öldürüldüğünü söylediğimde Başbakan'ın gözleri doldu. Umarım bu hüznü sahte değildir”. Yahu hem ölen için ağlıyorsun hem de katilini sonuna kadar koruyorsun, bu ne perhiz ne lahana? Erdoğan, sen öldürülen bu insanların yakınlarını salak mı zannediyorsun? Timsah gözyaşlarıyla kaç kişiyi kandırabilirsiniz şu saatten sonra. Hem olayın üzerinden o kadar gün geçmiş… Ağlamak için biraz geç kalmadın mı? Olay henüz soğumamışken adalet istiyenlere “ölü sevici” demiyor muydun? Unuttuysan hatırlatayım Akape 4. Olağan İstanbul İl Kongresi’nde, Uludere olayında adalet isteyen ve BDP’lilere “ölü sevici”, bu konuda adalet arayan yazarlara da “tasmalı” (yani köpek) demiştin. Uludere’de adalet halen bekleniyor. Eğer Erdoğan’ın amacı çözümse ve gerçekten bilmem kaç kez dile getirdiği gibi “Analar ağlamasın” istiyorsa işte önünde samimiyeti test edecek bir şeyler var. Olayın suçlularını açıklayıp yargı önüne çıkarabilir ama katili, katilleri koruduktan sonra istediği kadar ağlayabilir kimse kendisine inanmaz.

25 Temmuz 2013 Perşembe

ERDOĞAN’A ÜNLÜLERDEN MEKTUP VAR

Times gazetesinde Sean Penn, Susan Sarandon, David Lynch ve Fazıl Say… gibi dünyaca ünlü senarist, oyuncu, yönetmen, yapımcı, yazar, müzisyen ve avukat tan oluşan bir grup “Türkiye Başbakanı’na Mektup” adıyla bir açık mektup yayımlattı. Açık mektupta “Erdoğan’ın polisi”nin gösterileri “zalimce” bastırması kınandı. Mektupta: “Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nın benzersiz bir şiddet kullanımıyla boşaltılmasından sadece günler sonra, tek suçları sizin diktatoryal yönetimine çıkmak olan bu beş ölüye aldırmadan, İstanbul’da Nürnberg Mitingi’ni hatırlatan bir miting düzenlediniz. Sizin hapishanelerinizde Çin ve İran hapishanelerindeki sayının toplamından daha fazla gazeteci var. Buna ek olarak, göstericileri çapulcu, yağmacı, holigan olarak nitelendirdiniz, hatta bu göstericilerin yabancıların yönlendirdiği teröristler olduğunu söylediniz.” diyor buraya kadar bir sorun yok ama bu ifadelerden sonraki cümle hayli tartışmalı: “Oysa gerçekte, bu göstericiler sadece Türkiye’nin kurucusu Kemal Atatürk ’ün öngördüğü şekilde laik bir cumhuriyet olarak kalmasını isteyen gençlerdi.” Gezi direnişinde Erdoğan’ın diktatörlüğüne ve Türkiye’deki tek adam rejimine karşı çıkılması, hukukun ırzına geçilmesi, Deniz Feneri’ndeki gibi yandaş soyguncuların korunması, ifade özgürlüğünün olmaması, basın üzerinde estirilen terör, iktidarın halka saygısız bir şekilde her şeyi zorla dayatması, işsizlik, geçim sıkıntısı… ve AKP’nin bin bir türlü kepazeliğine karşı sabrı taşmış insanlar toplanmıştı. Olayı salt bir laiklik meselesine indirgemek, hele ki göstericilerin tamamının Kemalist olduğunu iddia etmek çok çirkin bir manipülasyon. Bu saçmalık da %99 ihtimalle Fazıl Say’ın başının altından çıkmıştır. Herhalde bu manipülasyonu Susan Sarandon ya da Rachel Johnson yapmaz.
AKP ya acaba neden bize tepkililer, acaba ileri mi gittik, demek yerine tuttu yine bildik saçma sapan çocukları bile kandıramayacak şekilde kabadayılık tasladı. Aman da aman onlar da çok korkmuştur.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, İngiltere’de bazı ünlülerin The Times gazetesine verdikleri ilanla ilgili, “Suriye’de, Mısır’da yaşanan insanlık dramına sesiz kalacaksınız, sonra da kalkıp halkın iradesiyle iktidara gelmiş, hür seçimle iktidara gelmiş bir partinin yaptığı mitingleri siz Hitler’in mitinglerine benzeteceksiniz. Bunu söyleyenlerin öncelikle ağzını çalkalaması lazım. Bu ithamları onlara aynen iade ediyoruz, reddediyoruz” demiş.
Bir kere şu Suriye Mısır edebiyatı sıktı artık ben bir T.C. vatandaşıysam Suriye’den Mısır’dan önce dönüp kendi ülkeme bir bakarım bu bir. Şimdi derseniz ki iyi ama mektupta T.C. vatandaşı olmayan isimler de var. Ben de şunu derim: Mektupta “Size 9 Ağustos 1949’da imzalanmış Konvansiyon uyarınca Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin bir üyesi olduğunu, 18 Mayıs 1954’te Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nu imzaladığını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıdığını saygıyla hatırlatıyoruz.” diyor. Bu insanlar Türkiye’yi AB kriterlerine uymayıp AB’nin bir parçası olmaya çalıştığı için eleştiriyor Suriye ve Mısır’ın Türkiye gibi Avrupa Birliği’ne girme yönünde ne bir çabası var ne de iddiası.
İkincisi Suriye ve Mısır konusunda kıyametleri koparan siz  Darfur’daki soykırımı görmezden geliyorunuz üç yüz bin insanın katili Ömer el Beşir’i devlet töreniyle karşılıyorsunuz. Ömer Beşir’in katliamları Suriye ve Mısır’dakinden çok daha korkunç. 4 Mart 2009 tarihinde Uluslararası Ceza Mahkemesi Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkında Darfur Bölgesinde soykırım, savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten dolayı tutuklama emri çıkartmıştır. Ama siz buna rağmen onu törenle karşılayıp ağırladınız. Demek ki sizin “insanlık” gibi bir derdiniz yok. Hatta bence Ömer el-Beşir gibi bir katilin avukatlığına soyunanlar “insanlık”tan bahsetmeden önce ağzını bırak çalkalamayı hipoyla ya da tuz ruhuyla temizlemelidir.
Ayrıca Çelik’in: “Hür seçimle iktidara gelmiş bir partinin yaptığı mitingleri siz Hitler’in mitinglerine benzeteceksiniz” sözü tarih konusundaki cehaletini de çok güzel sergiliyor. Çünkü Hitler de hür seçimlerle iktidara gelmişti. Nürnberg mitingleri Nazilerin güçlerini ve disiplinlerini gösterdikleri, Yahudilere ve muhaliflere gözdağı verdikleri şovenlik pompalanan mitinglerdi ki… Erdoğan’ın mitinginde de meydanı dolduranlar AKP’nin amigoları tarafından “Yol ver gidelim Taksim’i ezelim!”, “Taksim şaşırma sabrımızı taşırma!” diye bağırtılmış. Erdoğan’ın muhaliflerine karşı kullandığı tehditkâr, aşağılayıcı üslubu ve yaptığı nefret propagandası Hitler’i üçe beşe katlamıştır.
Gezi direnişi hepimize şunu gösterdi: Artık korku imparatorluğunun sonu geldi. Artık bu halk Erdoğan’dan korkmuyor. Şimdi korkma sırası Erdoğan’da. Haliyle Erdoğan korktukça daha da saldırganlaşıyor. Saldırganlaştıkça onla yola devam etmenin mümkün olmadığını herkes daha bir anlıyor.

23 Temmuz 2013 Salı

VAH MAĞDURUM VAH MAZLUMUM

2001 yılında Samsun'da görev yapan bir başörütlü öğretmen hakkında, kılık kıyafet yönetmeliğine aykırı davrandığı gerekçesiyle soruşturma başlatıldı. Soruşturma sonucunda görevden alınan öğretmen Samsun İdare Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme başvuruyu reddetti. Görevden alınan öğretmen karar üzerine Danıştay'da temyize gitti. Danıştay öğretmene verilen ihraç kararını hukuksuz buldu ve öğretmenin göreve iadesine karar verdi. Danıştay'ın kararının ardından Milli Eğitim Bakanlığı müşaviri göreve iade kararına itiraz etti...
Arınç, “Konu ne yazık ki doğru. Sayın bakandan habersiz hukuk müşavirliği Danıştay'a bir temyiz dilekçesi vermiştir. Sayın bakan fark edince hukuk müşaviri görevden el çektirildi, danıştay'a da dilekçe verilerek temyiz talebinden vazgeçildi” dedi.

Olayın Arınç’ın anlattığı gibi olduğunu hiç mi hiç zannetmiyorum. Makamının, dokunulmazlığın arkasına saklanarak gariban bir gazeteciye “şeyini şey ettiğimin şeyi” diye küfredecek terbiyeye sahip birinden her şey beklenir. Sade bir vatandaş bu lafı bir gazeteciye eşit şartlar altında dese anlayabilirim ama bunu Arınç’ın yapması anlaşılır bir şey değil.

Arınç zaten AKPnin her rezaletinde koşuyor hemen hoşa gidecek bir şeyler söylemeye yapılan rezaleti AKP lehine çevirmeye çalışıyor. Artık bu onun bir nevi görevi olmuş. Geçen yıl Arınç:  "Milleti kutuplaştırmaya çalışanlar suratlarında tokadı bulacaklar" demişti şimdi merak ettim bu tokadı kime atmak lazım? Arınç’a bir soralım Gezi direnişinin başından beri kim milleti kutuplaştırmak için çalıştı, hâlâ da çalışıyor. Eminim Arınç bu satırları okusa o lafı ettiğine bin pişman olur. Aynı kişi her zaman her konuda ülkeyi kutuplaştırıyor. Arınç eğer sözünün eriysen buyur tokadı at o kişiye. Ama biraz sıkar değil mi?

Bir kere AKP gibi bir partide müşavirin bakandan izinsiz tuvalete bile gidemeyeceğini cümle alem biliyor. Müşavir bakandan izinsiz hareket edecek, olacak iş mi? Hem de böyle despot bir partide. Ne, despot değil misiniz? Yahu siz değil misiniz “İmamın Ordusu” kitabını bulunduranı terör örgütü suçlusu sayan. Egemen Bağış değil miydi gezi direnişine katılanları devletin terörist olarak kabul edeceğini söyleyen? Ha o lafları Bağış söyledi bizi bağlamaz mı diyeceksiniz? Diyemezsiniz! Neden diyemezsiniz çünkü; Bağış bu lafı söylediğinde hiçbir şey demediniz bunu şimdi derseniz, şu an itiraz ederseniz bunun adı kıvırtmak olur.

Yıllarca şu başörtüsünden rant elde ettiniz mağduru, mazlumu oynadınız. Şimdi eğer bu rant elinizden kaçarsa ne yapacaksınız, değil mi ya? Nasıl oynayacaksınız mağduru, mazlumu, zavallıcığı? Yemezler Arınç yemezler. Siz bu işin duyulmayacağını sandınız, sessizce bu tezgâhı kurdunuz ama olay patlak verince müşaviri bile görevden alıyorsunuz göz boyamak için. Arınç’ın “ne yazık ki doğru” demesi bile ele veriyor durumu. Eh şimdi ellerinizde Gezi’de ölenlerin kanı varken oynayın bakalım mazlumu oynayabilirseniz. Biraz daha abdest alın bakalım abdestle namazla o kanlar temizleniyor mu? Anlayamıyorum böyle zulmetmeyi, eziyeti, insanları ayrıştırmayı, ölenler polise şiddet uyguluyordu diye yalan söylemeyi, masum bir protestoya katılanın öldürülmesine göz yummayı size dininiz mi emrediyor? Bütün gün oruç tutup iftarı açar açmaz tencere tava çalanları ihbar edin diyip mazlumun yetimin hakkını çalan Deniz Feneri hırsızlarını korumayı acaba nasıl başarıyorsunuz? Sonra da gidip rahat rahat namaz kılmayı nasıl beceriyorsunuz?

21 Temmuz 2013 Pazar

AYIPTIR, YAZIKTIR, GÜNAHTIR, CİNAYETTİR BU!

Bazılarına oruç yaramıyor, uzun süre susuz kalan bünyede bazı tuhaflıklar beliriyor. Daha sonra da ağızdan tuhaf sözler çıkmaya başlıyor. Bu oruç sırasında olursa anlayabilirim eh malum bu sıcakta susuz kalan insan neler demez. Ama orucunu bitirip suyunu içmiş, yemeğini yemiş biri kalkar da gözünün önündekileri görmüyormuş gibi konuşursa bu gerçekten şaşırtıcı olur.
Erdoğan, dün İmam Hatip Liseleri Mezunlar Mensupları Derneği'nin (ÖNDER) Sepetçiler Kasrı'nda verdiği iftara katılmış. Yemeğin ardından öyle bir konuşma yapmış ki… Bunu yemeğini yemeden, orucunu açmadan yapsa belki anlayabilirdim ama bu tuhaf sözleri Erdoğan karnı doyduktan sonra söylemiş.
Başta Somali ve Myanmar'da olmak üzere, müslüman kardeşlerinin yoksulluğun, yokluğun ve zulmün pençesinde ağır bir ramazan yaşarken, Irak'ta, Afganistan'da, Filistin'de aynı şekilde Müslümanların ağır sorunlarının altında acı çekmeye devam ettiklerini söylemiş.
Maaşallah Başbakan’ın gözleri o kadar keskin ki sadece Suriye ve Mısır gibi görece yakın Akdeniz ülkelerini (Başbakan’ın deyişiyle “White Sea”) görmekle kalmıyor o kartal gibi gözlerle Afrika’daki Somali’yi ve taa Uakdoğu’daki Burma’yı bile görüyor. Ama bu nasıl bir hipermetropluktur ki o kadar uzakları gören o göz burnunun dibindeki Müslümanların çektiklerini görmüyor.
Gezi Parkı’ndakilerin üstüne polisin saldırtılması ve Başbakan’ın tahrik ve hakaret içerikli, tehdit dolu konuşmaları sonucu oluşan bilançoya bakalım şimdi: Türk Tabipleri Birliği'nin 31 Mayıs-10 Temmuz verilerine göre, 61'i ağır, 10 bine yakın yaralı. 104 kafa travması. Gözünü kaybeden 11 kişi.
Başbakan bunu görmüyor. Ali henüz 19’unda bir üniversite öğrencisi yavrucak nerden bilsin ara sokaklarda orospuların elde sopa beklediğini… Ali İsmail Eskişehir’de polisin gazından kaçarken ara sokaklarda elinde sopa pusu kurmuş kahpeler tarafından kalleşçe dövülüyor. Dövülerek öldürülüyor. Müslüman Erdoğan bu gence Allah’tan rahmet diledi mi? Hani meraktan soruyorum yanlış anlamayın.
Abdullah Cömert’i biliyor musunuz? Hani Hatay’da kafasına aldığı darbelerle ölen genç. Daha 22 yaşında.
Berkin Elvan daha çocuk… Dünyadan bihaber bir çocuk ne eylem biliyor ne Gezi, eli palalı, sopalı kahpeleri de bilmiyor Berkin. Yavrucak evine ekmek almaya çıkmış annesi bakkala göndermiş. Evden sağ çıkan Berkin ceset olarak döndü evine. Başından gaz kapsülü ile vurulmuş…
Bütün bu olanlar hâlâ tatmin etmemiş ki Erdoğan’ı "Tencere tava çalanlara karşı yargıya giderek hakkınızı savunun. Yargıda onlar mücadele etsin. Yıllarca biz mücadele ettik şimdi onlar mücadele etsin" diyor aynı konuşmasında. Yahu aldığınız canlar yetmedi mi? Hastanelik ettiğiniz 10 bin kişi yetmedi. 100’den fazla beyin travması yetmedi mi?
Ayıptır, günahtır, yazıktır! Bu yapılan zulümdür, eziyettir, cinayettir. İnsanlar sana muhalefet etti diye iç savaş mı çıkaracaksın Erdoğan? Ortalığı tahrik edecek, çatışmayı tetikleyecek, gerilimi tırmandıracak açıklamalara devam etmek sana ne kazandıracak? Halkı birbirine kırdırmak bir başbakanın yapacağı şey mi? Olacak iş mi bu?
Bu yapılanların günahı ömür boyu oruç tutsan temizlenir mi? İstediğin kadar abdest al o öldürülenlerin kanlarını ellerinden temizler mi? Şu dakikadan itibaren alnını secdeden kaldırmadan bin yıl aralıksız namaz kılsan bu günah, bu vebal affedilir mi? 30’larda Dersim’de yaşanan cinayetler ve insanlık ayıbı şimdi tam 80 yıl sonra ülkenin büyük metropollerinde yaşanıyor inanamıyorum. “Evlâdı Kerbelayime, bi gunayime, ayıbo, zulümo, cinayeto!”

19 Temmuz 2013 Cuma

DURMAK YOK YOLA DEVAM!

Dün akşam, AKP Dışilişkiler Başkanlığı’nın düzenlediği 6. Geleneksel Büyükelçileri İftar Programı'nda konuşan Erdoğan: " Türkiye 'de bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, twettler, faceboklarla, dünyanın altını üstüne getiriyorlar ama öbür tarafta şu ana kadar Mısır'da 300 kişi ölüyor, bunların 53 tanesi namaz kılarken ibadet esnasında kurşunlanarak öldürülüyor, dünya sessiz. Niye konuşmuyorsunuz? Hadi bunun karşısında da konuşun. İkircikli olmanın anlamı yok" dedi.
Yüz konuşmasının doksan dokuzunda edep ve terbiyeye vurgu yapan Erdoğan, birisi hoşuna gitmeyen bir iddia ile geldiğinde “ispatlayamazsan şerefsizsin” diyen Erdoğan’ın bu sözlerindeki iddiasına  gelmeden önce iki iddiasını daha hatırlatmak isterim: Gezi protestoları başladığında Erdoğan iki iddia ortaya atmıştı: 1. Camide içki içtiler. 2. Başörtülü birini taciz ettiler.
Birincisi camide içki içilmediğini caminin imamı söyledi. Einde teneke meşrubat kutusu olan adamın resmini göstermişlerdi, oysa adamın elindeki kutu kolaydı bira değil. Zaten polis panzerinden coptan, gaz bombasından kaçıp camiye sığınan birinin yani canının derdine düşmüş birinin bu esnada bira içeceğini düşünmek için biraz sıradışı bir muhakemeye sahip olmak gerekir.
Gelelim ikinci iddiaya ortada ne görüntü ne tanık ne de başka bir şey var. Kaldı ki başörtülü (ya da başı açık, ne önemi varsa artık kişinin kafasında örtü olup olmamasının) biri taciz edilmişse bile bunu halkı çatışmaya birbirini boğazlamaya sevk edecek bir fırsat olarak görüp insanları tahrik etmek yerine taciz edenleri cezalandır. Başörtülü ya da örtüsüz hiç kimseyi göstericiler taciz etmediği gibi Erdoğan’ın kahraman polislerinin bir sürü kadını kızı taciz edip destan yazdığını gördük. Ama Erdoğan polislerin tacizi karşısında sus pus olmuştu.
Bence Erdoğan kendisi hakkında kendisine bir tazminat davası açsın mesela iddialarını ispatlayamayan Erdoğan, iddiasını ispatlamayanı anında “şerefsiz” ilan eden Erdoğan’a dava açsın. Ya da “Görüştüysem ben görüştüm.” diyen Erdoğan, “İmralı’yla görüştüğümüzü idia eden şerefsizdir.” diyen Erdoğan’a dava açsın. Ortada bir hakaret var çünkü ve Başbakan içinde zerre hakaret olmayan her türlü olumsuz eleştiriye dava açmaya bayılıyor. Eminim ki BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda olduğu gibi “yargıya da gerekeni söylüyor”dur.
Sahi geçen sene Sedat Ay’ı İstanbul İl Emniyet Müdür Yardımcılığı'na atamıştınız hani şu işkenceci ve tecavüzcü polisi. Sedat Ay’ın hakkındaki tecavüz iddialarına Erdoğan’ın verdiği cevap, tüyleri diken diken edecek cinstendi: “Polisimi yedirtmem!” Neden bu kadar rahat işkenceci ve tecavüzcü diyorum söyleyeyim mi? Sedat Selim Ay, T.C. mahkemelerince işkenceden iki kez suçlu bulundu. Yargıtay, “ceza eksik” deyip kararı bozunca zamanaşımından kurtuldu. Ceza az deniyor karar bozuluyor ve suçlu hiçbir cezaya çarptırılmıyor.
Dahası Emniyet Genel Müdürlüğü, Sedat Selim Ay'ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'ne atanmasına gelen tepkilere şöyle bir cevap verdi: "Emniyet Müdürü Ay hakkında Yargıtay'ca onanmış hiçbir ceza olmadığı gibi, haberlerde sunulan iddiaların aksine Türkiye, Emniyet Müdürünün fiilleri dolayısıyla AİHM'de ceza almamıştır.”
İnsanlara nasıl da yalan söyleniyor. Bir kere Yargıtay’ca onanmış ceza olmaması o kişi masum olduğundan değil zamanaşımı denen saçmalıktan yırttığı için. İkincisi AİHM zaten kişileri değil devletleri yargılar ve AİHM Sedat Ay yüzünden Türkiye’yi üç kere tazminat ödemeye mahkûm etti. Peki Erdoğan bir kadının taciz edilmesi konusunda bu kadar hassas ise neden bu tecavüzcüyü “Polisimi yedirtmem!” diye kolladı?
Bir siyasetçiyi namaz kılıp kılmamasına, oruç tutup tutmamasına, İslami motifleri kullanıp kullanmamasına göre değil de böyle şeylere göre değerlendirmek gerek. İşkenceye ve tecavüze göz yuman birinin oruç tutup tutmaması, namaz kılıp kılmaması hiç önemli değildir. Tıpkı tecavüzü ve işkenceyi yapanın namazı ve orucunun önemli olmadığı gibi.
Gelelim Erdoğan’ın yeni iddiasına Türkiye’de Gezi eylemleri sırasında ölenlerin polise şiddet uyguladığını iddia etmekte ki buna diyecek laf bulamıyorum. Elinde her türlü teçhizatı, kalkanı, jopu, silahı, gaz bombası, TOMA’sı olan polis vatandaşı sivillerle beraber döven, satırlı hayvanın sırtını okşayan polis protestoculara şiddet uygulamıyor ama ölenler polise şiddet uyguluyor. Durmak yok palavraya devam…
Erdoğan’ın Mısır konusundaki hassasiyeti göz yaşartacak cinsten. Mısır’daki mazlumlar için ne kadar da istiyor DEMOKRASİYİ şimdi biri kalkıp “Mısır’daki göstericiler orduya ve polise şiddet uygularken öldü. Mısır’da kahraman kolluk güçleri destan yazdı” derse acaba Erdoğan ne diyecek, doğrusu çok merak ediyorum.

11 Temmuz 2013 Perşembe

TAKSİM’DE GÖSTERİCİLERE SALDIRAN BAŞBAKAN’IN DİLİYDİ!

Şahsi işlerim yüzünden yazı yazmayı biraz ihmal ettiğimin bu yazımın da birkaç gün geciktiğinin farkındayım. Ama bunu yazmasam olmayacak. Hem bu sabah haberlerde S. Ç. ile ilgili görüntüler yine gösterildi. Olay da halen güncel. Gezi protestocusu vatandaşlara elinde satırla saldıran yaratığı hatırlarsınız hani polis kılına bile dokunmamıştı, gözaltına bile alınmadığı gibi polis sırtını sıvazlamıştı. Görüntüler resmen iğrençti bir kadına hem satırla vuruyor hem de kadının sırtına olanca gücüyle tekme atıyordu. Bunun yanı sıra adamın birini de elindeki palayla boğazından yaralamış resmen öldürme amaçlı vurmuştu. Dahası bundan sonra bile polis palalıya dokunmayıp saldırıya uğrayan adama saldırdı. Adamcağız “Yahu bana ne vuruyorsun? Gitsene, onu yakalasana.” diyordu.
Bu olaydan sonra mecliste bir tartışma cereyan etti: CHP Uşak Milletvekili Dilek Akagün Taksim'de palalı saldırı ve sonrasında sorumluların serbest bırakılmasını eleştirdi. söz alan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, şunları söyledi: “Dün sanki o palalı saldırgan AK Partiliymiş gibi bir davranışa maruz kaldık. İlgili kişi gözaltına alındı, bizimle ilgisi olmadığı anlaşıldı. Hala ısrarla, dün bu ithamlarda bulunanların, bu ithamlardan dolayı bizden özür dilemeleri gerekirken, bugün mahkeme niye serbest bıraktı diye yine bizi suçluyorlar.”
İlginçmiş bu saldırıdan dolayı toplumu böylesine gerenler özür dileyecek yerde kendileri özür bekliyor. Bu kadarına da pes doğrusu. Diyecek laf bulamıyorum. Bir kere AKP’li Ünal’ın iki savunması var, birincisi: O palalı saldırgan AKP üyesi değil. İyi de onun zaten resmi olarak parti üyeniz olduğunu iddia eden de yok. Dahası zaten resmi olarak üyeniz olması ya da olmaması hiç önemli değil. Bu saldırının sorumlusu toplumu sürekli bölen kışkırtan toplumun bir kesimini diğerine hedef gösteren Başbakanınız. Sürekli toplumdaki bir kesime “vandallar, çapulcular, darbeciler…” diye hakaret eden. Ben “%50’yi evinde zor tutuyorum.” diyen. Camide bira içtiler, başörtülü kadınları taciz ettiler… gibi iftiraları ve dahası şu an aklıma gelmeyen bin bir türlü lafıyla kışkırtmasıyla toplumu bölen Başbakanınız. O gün Taksim’de elinde palayla etrafa saldıran sadece S. Ç. adlı gözü dönmüş saldırgan değildi. O gün saldıran Başbakan’ın diliydi, Başbakan’ın saldırgan ve insanları ötekileştiren diliydi.  Başbakan’ın sözlerinin ve hakaretlerinin mücessim haliydi saldırgan. Başbakan’ın toplumu geren ve kutuplaştıran, bir kesimi diğerine hedef gösteren konuşmaları ve nefret propagandası sonunda güzel güzel meyvalarını veriyor. Gezi olayları başladığından beri AKP özellikle de Erdoğan her konuşması her icraatıyla etrafa Faşizm saçıyor. Patalojik kibri yüzünden aşağılayıcı dilinin insanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığını önemsemiyor bile.
Mesele sadece S.Ç. de değil, olay münferit değil bunlar çoğu zaman örgütleniyor bir araya geliyor polisin koruması altında ellerinde sopalar ve satırlarla insanlara saldırıyor. Eskişehir’de bir saat içinde iki kez sopalı saldırıya uğrayıp önce hastanelik olan sonra da ölen Ali İsmail Korkmaz’ı hatırlayın. Daha cesedi soğumadı bile. Bunu sadece İstanbul’da, Eskişehir’de değil Adana Akkapı’da da gördük. Faşistler ellerinde satırlarla insanlara saldırırken polis hiçbir şeye müdahale etmeyip olanları seyretmişti.
AKP’li Ünal’ın ikinci savunması da “Onu mahkeme serbest bıraktı.” ki buna ancak gülünür. Yahu mahkeme de sizin emrinizde değil mi? Bunu ben söylemiyorum ki Başbakan’ınız söylüyor. Hafızanızı biraz tazeleyelim Ünal. Başbakan bir sene kadar önce ne buyurmuştu BDP ile ilgili, hatırlıyor musunuz? Ben söyleyeyim: “Yargıya gerekeni söyledik,onlar da geregini yapacaklar.” Hakkaten de öyle oldu yargı kendine söyleneni yaptı ve BDP kapatıldı. Yargıya müdahale ettiğini, yargıya talimat verdiğini yani yargının emrinizde olduğunu söyleyen ben değilim. Sizin Başbakanınız bunu söyleyen.
Erdoğan bunların arasında bu türlü türlü kepazeliğin içinde bir de siyasi muhattaplarına bağırıp çağırıyor, olayların bir numaralı sorumlusu kendisi olduğu halde kâh Kılıçdaroğlu’na kâh Bahçeli’ye istifa et, çağrısında bulunuyor. Evet şimdi bütün bu rezaletlerden, kepazeliklerden sonra istifa etmesi gereken biri var ama bu kişi kim?

5 Temmuz 2013 Cuma

DARBELER VE ÖCÜLER

Mısır… 7000 yıllık tarihiyle Ortadoğu’da önemli bir yer. Her ne kadar şu an iktisadi, teknolojik ve kültürel olarak Avrupa ülkelerinin hayli gerisinde kalmış olsa da Avrupa daha mağaralarda yaşarken görkemli bir medeniyet kuran ve binlerce yıl evvel yapılan piramitlerin sırrının hâlâ çözülemediği bir diyar. Bu aralar karışık, mâlum darbe yapıldı.
Mısır’daki darbeyi kimi alkışlar, kimi kınar, kimi sessiz kalıp mahçup bir destek verirken pek de tartışılmayan bir taraf var. Bu darbe ABD’den icazet almadan mı yapıldı? Bunu sorgulamakta fayda var. Sadece Mısır’da bugün yapılan darbe değil Türkiye’deki 1980 darbesi de ABD’nin istekleri doğrultusunda oldu. Ortadoğu’da bir darbe yapılacak ve ABD durumun dışında olacak, bunu aklınız alıyor mu? Obama Mısır’daki durumdan endişe duyduğnu ifade etti ama ısrarla “darbe”ye darbe demedi çünkü ABD yasalarına göre darbe yapılan bir ülkeye ABD yardımı kesilir. ABD Mısır’a her yıl 1.3 milyar dolar yardımda bulunuyor. ABD için İsrail’in güvenliği önemli Müslüman Kardeşler gibi İslamcı bir iktidar yerine seküler bir iktidar arzu ediyor olabilir. Gerçi işine geldiği zaman da Allah’a inanmıyorum, diyenin kafasının kılıçla kesildiği Suudi Arabistan gibi bir şeriat devletini bağrına basmaktan kaçınmıyor.
Türkiye’nin Mısır’daki darbe konusunda tutumuna gelirsek oldukça ikiyüzlü. Darbeyi kınıyor, sandık varken kaba kuvvetle bir yere varılmaz deniyor. İyi, hoş, güzel bu doğru… Doğru olmasına doğru da… Suriye’de ÖSO kimyasal silah kullanıyor, çatışmalarda taraf olmayan devlet memurlarını öldürüyor… Her türlü vahşeti ve barbarlığı sergiliyorken bunları bağrına basanlar, aynı anda Mısır’daki darbecilere karşı çıkıyor. Hiç de samimi değil. Niyetleri başka.
Peki niyetleri ne? Ortadoğu ülkelerinde Batı’dakinden farklı bir siyaset anlayışı var. Türkiye’de Kemalist iktidarlar varken bir “şeriat öcüsü” yaratılmıştı. Kealistler “Evet, biz size fazla bir şey veremiyoruz ama şeriatçılar gelirse siz bizi mumla ararsınız haa!” diyordu. Keser döndü, sap döndü, gün geldi hesap döndü. Şimdi iktidarda olan İslamcılarda eskiden Kemalistlerin yaptığı Atatürk sömürüsünü dibine kadar kullanıp din sömürüsü yapıyor. Eskiden Kemalistler bir “şeriat öcüsü” yaratmışken şimdi de iktidar olan İslamcılar bir “darbe öcüsü” yaratmış durumda. Halka “Bakın biz gidersek darbeciler gelirse siz bizi mumla ararsınız haa!” diyorlar. Amaçları burdaki darbe paranoyasını pekiştirmek. Oysa bugün ABD istemedikten sonra Türkiye’de darbe olmayacağını en iyi bilen de ABD’ye hizmette ve biatta hiç kusur etmeyen AKP iktidarıdır.
Aslında al birini çarp diğerine ne İslamcıların ne de darbe sevdalılarının halkı düşündüğü falan yok. Zaten aslında doğru düzgün işleyen bir demokraside yok. Önümüze çıkarılan kurtların arasından seçim yapmak zorunda olan kuzularız. Bizi hangi kurt yesin, kim canımıza okusun, diye beş yılda bir sandık başına gidince demokrasiyle yönetildiğimizi sanıyoruz. İktidarın asla denetlenmediği bir yerde demokrasi mi olurmuş? Her şeyin tek adamın ağzından çıkana bağlı olduğu yerde demokrasi ne arar? Mısır’da Türkiye’de ya da başka bir yerde ifade özgürlüğünü artı kitlelerin ekonomik refahını sağlayabilecek bir iktidar ancak bir işçi iktidarı olabilir. Gerisi laf u güzaf.