Erdoğan, iktidarının ilk 5
yılında insanların yaşam tarzına karışmıyordu ( daha doğrusu karışAmıyordu,
henüz o gücü bulmuş değildi). Bununla beraber AKP kadroları yaşam tarzlarına
karışılan kesimdi. Eşlerinin başörtülü olması sorundu, laikliği salt bir giyim
kuşam tarzına indirgeyen sığ anlayış hakimdi. İnsanlar oruç tutmadığı için
dayak yesin, günde beş kez cami hoparlörlerinden bas bas bağrılarak hasta
insanlar, bebekler, yaşlılar huzursuz edilsin; Aleviler yetkili ağızlar
tarafından “bunlar” diye adlandırılıp aşağılansın, Alevilere suikast yapan
köpekleri savunan avukatlar makam verilerek taltif edilerek
ödüllendirilsin vs… durumlar yaşansın
bunlar laikliğe aykırı değildi hatta hiç sorun değildi. Ama devlet adamlarından
birinin eşi başına bir çaput bağlasın işte bu sorundu. Eleştirilecek yığınla
şey varken işsizlik, yoksulluk, yolsuzluklar, çevre katliamları, her şeyin
yabancılara hem de inanılmaz ucuza satılması, Unakıtan’ın bin türlü kepazeliğe
rağmen yargılanmaması, hızlı trenin raydan fırlayıp bir sürü insanın ölmesi,
PKK terörünün tekrar hortlaması, devlette partizan kadrolaşmalar, eğitim
sisteminin yapboz tahtasına dönmesi, tarım ve hayvancılıktaki sıkıntılar…
eleştirilmiyordu. Eleştirilen neydi? Devleti yönetenlerin eşlerinin giyim
tarzı. Böyle aptalca ve sığ politikalar tabii ki AKP’nin ekmeğine yağ sürdü.
AKP Baykal’a ne kadar teşekkür etse azdır.
2007’de ABDullah Gül’ün eşi sırf
başörtülü diye, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek istemeleri büyük
bir tepki çekti. Gerçi ABDullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını ben de içime
sindiremiyordum ama benimkinin nedeni eşinin giyim tarzı değildi. Ben neden
içime sindiremiyordum? Şu yüzden ABDullah Gül kayıp trilyon davasının bir
numaralı sanığı olduğu için, yargılanıp aklanmadan cumhurbaşkanlığı makamına
talip olduğu için. Ama muhalefet olağanüstü bir gerzeklikle bunu hiç sorun
etmeden eşinin başörtüsünü diline doladı. Evet, muhalefetin tutumu nahoştu ama
iktidarın da hiç uzlaşma aramayıp tek adayı dayatmasına ne demeli? Muhalefet
büyük oranda hatalıydı bununla birlikte muhalefet kadar olmasa da iktidar da
hatalıydı. İktidar da anlaşılmaz bir şekilde tek aday dayattı. Uzlaşma aramadı.
İki tarafta da anlamsız manasız bir inatlaşma vardı. Bu inatlaşma kesinlikle
tek taraflı değildi, iki taraflıydı. Ana akım medya sanki inatlaşma tek
taraflıymış gibi, sanki tüm hata % 100 CHP’nin de AKP sütten çıkmış ak kaşıkmış
gibi bir algı yaratmaya uğraştı. ( Bu ikiyüzlülüğün cezasını da çektiler,
pohpohladıkları AKP bir güzel canlarına okudu. Hatta birileri bu medya
mensuplarına “Sizi tasmalarınızdan
kurtardık” diyerek resmen “it”
dedi.) Eh büyük oranda bu ikiyüzlü propaganda başarılı da oldu. AKP tek başına
iktidar oldu, medyanın ve MHP’nin de desteğiyle ABDullah Gül cumhurbaşkanı
oldu.
Ordunun iç politikaya müdahalesi,
kapatma davası vs.sıkıntılar başgösteriyordu. Parti kapatmanın çok kötü bir şey
olduğu, demokrasiye aykırı olduğu vs. konuşulmaya sürekli parti kapatmanın asla
olmayacak bir şey olduğundan dem vurulmaya başlandı. Parti kapatmanın ne kadar
demokrasiye aykırı olduğunun propagandası yapılırken bir kişi de çıkıp
demiyordu ki “Hukuk kuralları herkes
için geçerli değilse o memlekette demokrasi yoktur. Eğer bir parti kurumsal
olarak suç işliyor, organize bir şekilde yolsuzluk yapıyor, yolsuzluk yapanları
yargıdan kaçırıyor ve demokratik rejimin altını oyuyorsa asıl o partinin kapatılmaması
demokrasiye aykırıdır” diye. İkiyüzlülük bu ya AKP’ye kapatma davası
açıldığında yeri göğü inleten aslan parçaları BDP’ye kapatma davası açıldığında
sus pus olmuşlardı. Kapatma davası ve ABDullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı
karşısında gösterilen direnç AKP’yi harekete geçmeye itti. Bir şeyler
yapmalıydı yoksa çok sevdiği, uğruna Türkiye’yi yerle bir edebilecekleri
iktidar ellerinden kayıp gidecekti. AKP asla koltuğu bırakmak istemiyordu. Cemaatle
kirli bir ittifak yapıldı ve Ergenekon diye hayali bir örgüt yaratıldı, yan
yana gelse birbirinin gırtlağını sıkacak kadar birbirine düşman, siyasi
görüşleri birbirine 180 derece zıt insanlar aynı örgüte üye oldukları
gerekçesiyle toplanıp içeri atılıyordu. Bunlar gözaltına alınırken çağırılmıyordu
da, gecenin bir vakti evlerine polis geliyor, evin altı üstüne getiriliyor, bu
kişiler kelepçelenerek, polis otosuna binerken kafalarına bastırılarak
gözaltına alınıyordu. Masumiyet karinesi diye bir şey asla söz konusu edilmiyor,
tutuklanan herkes suçlu ilan ediliyordu. Tutuklamalar kapatma davasının karşısında
kükreyen aslan parçaları tarafından alkışlanıyordu. Bu antidemokratik ve keyfi
tutuklamaları alkışlamak demokratlık, eleştirmekse teröristlikti. O sıralar
Ergenekon tutuklamaları insanların ne kadar demokrat olduğunu gösteren bir
turnusol kâğıdıydı: tutuklamaları alkışlayan demokrat, alkışlamayan darbeciydi.
Rektörler, gazeteciler, yazarlar, bilim adamları, askerler, siyasetçiler… ne
kadar AKP muhalifi kesim varsa bu Ergenekon denen torbanın içine atılıp
götürülüyordu.
Gülen Cemaati ve AKP iktidarı
paylaşmıştı, AKP, Cemaat’in yardımıyla devletteki yerini sağlamlaştırmış,
muhaliflerini hapse tıkıyorken Cemaat’in adamlarını da devletin çeşitli
kadrolarına yerleştirmiş, partisine milletvekili olarak almış ve Cemaat’in
yurtlarına, dershanelerine, şirketlerine, yurtdışı okullarına, Türkçe
Olimpiyatları’na vs. her türlü kurumuna ve etkinliklerine destek veriyordu. AKP
ile cemaat arasında huzursuzluk Ergenekon mitinin iyice suyunun çıkarılması (
aslında suyunun çıkarılması değil başka bir şey denir ya neyse) tutuklamaların
ardı arkasının gelmemesi, ortamın bir türlü normalleşmemesiyle ve genelkurmay
başkanının tutuklu yargılanması ile belirmeye başladı. AKP bu tutuklamalarla
hızla prestij ve meşruiyet kaybediyordu, yavaş yavaş işi götürmek gerekliydi.
Terörle yıllarca mücadele eden Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütü lideri
olmakla suçlanıp tutuklu yargılanması da kamuoyunda infial uyandırmış, hatta
Erdoğan ve Gül bile bazı demeçlerinde Başbuğ’un tutuklu yargılanmasının yanlış
olduğunu söylemişlerdi. Bununla beraber asıl kırılma noktası burada oluşmadı.
Asıl kırılma noktası Mavi Marmara
baskını idi. Mayıs 2010’da İsrail Gazze Şeridi’ne 3 yıldır ambargo uyguluyordu.
Bu ambargoyu delip Gazze’ye insani yardım ulaştırmayı hedefleyen insanlar bir
girişim başlattı Mavi Marmara adlı gemi İstanbul’dan çıkıp Gazze’ye iaşe, ilaç
vs. götürecekti. İsrail bu durumda gemiyi vuracağını söyledi. Önce Mavi
Marmara’da kendine yer ayırtan, gideceğini söyleyen bazı AKP’li vekiller daha sonra
bundan vazgeçti. Yani böyle bir saldırının büyük bir ihtimalle gerçekleşeceğini
aslında onlar da biliyordu. Filistin’de yıllardır kan döken çoluk çocuk öldüren
psikopatların elbette insani yardım gemisine saldıracağı öngörülebilir bir
ihtimaldi ama ola ki saldırmazlarsa, ola ki böyle bir şeyi göze almazlarsa işte
o zaman ümmetin lideri, “Allah’ın bütün
sıfatlarını üstünde toplamış” Zilullah fi’l – Âlem’in yıldızı parlayacaktı.
O vakit İslâm Dünyası’nın başına o geçecekti, haa olmadı da İsrail saldırdı mı
ne gam? AKP ve Erdoğan gene mazlumu oynayacaktı gene mağdur edildik diyip oy
devşireceklerdi. İsrail ordusunun, Mavi Marmara’ya sabaha karşı uluslararası
sularda düzenlediği baskında 9 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Yaralılar
hastaneye kaldırılırken elleri kelepçelendi. Bakalım kimin borusu ötecek,
bakalım buraların abisi kim restleşmesi yüzünden insanlar öldü. Tabii olayın
hemen ardından ABDullah Gül, Tayyip, Arınç, kükreye kükreye hamasi nutuklar
attılar. ABD İsrail ile ilişkilerin bozulmasından memnun değildi. Doğal olarak
ABD’de yaşayan Gülen de baştan beri bu olaya sıcak bakmıyordu Fethullah Gülen, israil
saldırısını “çirkin” olarak değerlendirirken Mavi Marmara’nın İsrail'den izin
almamasını da eleştirdi ve "İsrail'in onayı olmadan hareket etmek,
otoriteye başkaldırıdır" dedi. İşte bu olaydan sonra Cemaat artık Erdoğan’ı
gözden çıkardı.
Zaman ilerlerken MHP, AKP’nin PKK
ile masaya oturduğunu söylüyor AKP bunu reddediyor ama reddederken de PKK ile
masaya da oturuyordu. 2011’in sonlarında Oslo görüşmelerinin ses kayıtları
internete düştü. Kayıtların internete düşmesinden yaklaşık üç ay kadar sonra
2012 şubatında da Hakan Fidan KCK’dan sanık olarak ifadeye çağrıldı. Hakan
Fidan’ın yargılanması demek Erdoğan’ın da yargılanması demek olduğundan Fidan
yargılanmasın diye alelacele bir yasa çıkarıldı. AKP kişiye özel bu yasayı
çıkarırken de eleştiriler karşısında milletle alay eder gibi “Biz kişiye özel yasa çıkarmıyoruz”
diyip duruyordu. Eh yani evet, kişiye özel yasa çıkarıyoruz demelerini de
beklemek saflık olur. Kişiye özel yasa çıkardığını itiraf edecek kadar dürüst
olan insanlar zaten kişiye özel yasa çıkarmaz. AKP ile Cemmat’in arası iyiden
iyiye bozulmuştu ama iki taraf da diğerini tam olarak karşısına almayı göze
alamadığından birbirlerine gizliden gizliye diş biliyorlardı.
Erdoğan, Türkiye’yi tek başına
yönetiyor, ne isterse yapıyordu. Cemaat’in de yardımıyla muhaliflerini tamamen
temizlemişti, her türlü denetimden muaf, ağzından çıkan her kelime bazılarınca
emir telakki edilen güçlü bir pozisyondaydı. Evet, Erdoğan bu ülkeyi seven,
dürüst ve Atatürkçü insanları Cemaat’in işbirliğiyle çeşitli kumpaslarla yok
etmişti. Yok etmesine etmişti ama onların yerine devlette çeşitli görevlere “Muhterem Hoca Efendi”nin adamlarını
yerleştirmişti. Cemaatin eli kolu her yere uzanmış, herkesi dinliyordu, Erdoğan’ın
belki de hesaba katamadığı şey kendisini de dinliyorlardı. Belki Erdoğan bunu
da hesaba kattı; ama bir kere hem PKK ile yaptığı görüşmelerin cemaat
tarafından kamuoyuna duyurulmasına hem de Fidan’ın sanık olarak ifadeye
çağrılmasına kızmıştı, cemaatin gücünden çekindiği için açıktan bir mücadele
yürütemiyordu ama intikam ateşi ile de diş biliyordu Gülen’e. “Muhterem Hoca Efendi”ye: “Gell gel artık, gell de bittsinn bu sıla
hasretii!” derken F. Gülen gelsin de tutuklansın istiyordu. Ama “Muhterem Hoca Efendi” de yanındakiler
de aptal değildi. “Hoca Efendi”
özetle gelemem gelirsem ortam gerilir, ülke gerginlikten uzak olsun, mealinde
bir açıklama yaptı. Gerçi bunu göz yaşları içinde “küçükken amcam bana demişti ki…” diye başlayan çocukluk anılarını
anlattığı, muhabiri de ağlatarak, epeyi uzattığı bir konuşmayla söyledi ama
konuşmanın özü buydu. Erdoğan cemaatin finans kaynaklarına gözünü dikmişti.
Dershaneler hem finans kaynağı hem de Cemaat üyelerinin toplumla buluştuğu,
sosyalleştiği Cemaat’in güçlendiği ve taraftar kazandığı yerlerdi. Dershaneleri
kapatmak sadece finansal anlamda değil pek çok açıdan Cemaat’e bir darbe
vurmaktı. Evet, bu darbe Cemaat’i öldürmez; ama kolunu kanadını kırardı. Erdoğan
dershaneleri kapatacağını söyleyince Cemaat dur ben sana güzel bir sürpriz
yapayım dedi. Sonrasını biliyorsunuz banka müdürünün evinde ayakkabı kutusuna
istiflenmiş dolarlar, bakan oğlunun evinde para sayma makinesi, trilyonluk
banknotlar, çelik kasalar. Sabahın köründe baba oğulun sıfırlama konuşmaları,
birilerinin belge yok etme makinesi aldırması, Euroları oraya buraya saklama,
Emniyetin gözaltına almak istediği birini devletin tepesindeki birinin makam
arabasına bindirip polisten kaçırması, yaşlı başlı bir bakanın “onların geçmişini s*kerim” diye konuşması…
Bir yığın kepazelik. Bütün kirli çamaşırlar ortaya dökülünce “Muhterem Hoca Efendi” oldu mu sana “sahte peygamber” “Cemaat” ise birden “terör örgütü” oldu. Eh şimdi duruma
uygun bir şeyler de söylemek lazımdı, o ne oldu? “Bizi kandırdılar Allah affetsin.” Ergenekon, balyoz gibi
kumpasların mağdurları içeride çürüyordu Cemaat 17 – 25 Aralık operasyonunu
yapınca, AKP birden kumpas mağdurlarını tahliye etti, amaç adalet değildi
tabii. Amaç cemaate karşı Atatürkçü, laik kesimin desteğini kazanmak. Amaç adaleti sağlamak olsa bunu çoktan
yaparlardı. O insanlar bilmemkaç yıldır içerdeydi ve Cemaat’le kavga çıkana
kadar içerde kalmaları hiç sorun olmamıştı. Eğer bu kavga çıkmasaydı içerde
kalmaya devam da edeceklerdi. İşte bu yüzden Fethullah Gülen ve Cemaat kimseyi
kandırmadı ortada kandırma falan yok, peki ne var? Ortada bir işbirliği var, kirli
bir ittifak var. Biz affetmiyoruz, hakkımızı helal de etmiyoruz. Allah da sizi
affetmeyecek!