23 Ekim 2017 Pazartesi

İLKEL (!) İNSANIN ŞAŞIRTICI AKILLILIĞI VE MODERN İNSANIN HUDUTSUZ APTALLIĞI



 Önce bir masal anlatayım, masalın gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. Tamamen kurgu ve uydurmadır. Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir ülkede deli bir padişah varmış. Sultanın etrafı yalakalarla doluymuş ve onu öve öve tanrı kertesine çıkarmışlar. O ülkede bir yere gelmek için yetkin olmak, iş bilmek değil sultana yalakalık yapmak geçer akçeymiş. Adam da zaten narsistliğe biraz meyilliymiş ve iyiden iyiye başı dönmüş, kendini kaybetmiş. Bu adam sadece padişah değil aynı zamanda, doktor, jinekolog, iktisatçı, peyzaj mimarı, din adamı, mühendis, diyetisyen… her şeymiş. Her şeyi bilirmiş. Halkın kaç çocuk yapacağını, ne yiyip ne içeceğini, nasıl giyineceğini, ne konuşacağını ne konuşmayacağını hep kendisi emredermiş. Hatta bir ara iyice coşup Müslüman şunu yapmaz, bunu yapar diyip ( çok çok affedersiniz ) halkın nasıl sitişeceğine bile karışmaya başlamış. Kendini en iyi iktisatçıdan daha iyi iktisatçı sanan bu adamın ülkesinde ekonomi berbatmış, insanlar işsiz geziyormuş. Kendini en iyi mimardan iyi mimar sanan bu padişahın ülkesinde yaptırdığı köprüden kimse geçmezmiş, tutar rant kokusunu aldığı an ağaçları keser millete nefes alacak alan bırakmazmış. Sultan her şeye kendisi karar verdiği halde işler kötüye gidince vezirlerini suçlar o vezirin bu vezirin kellesini istermiş. O sırada da sultanı öve öve göklere çıkarıp başının dönmesini sağlayan onu adeta delirten vezirler ağlar, sızlanır kendilerine haksızlık yapıldığını söyleyip feryat edermiş. Biri de olan biteni kenardan izleyip “oh” çekermiş. Madem o padişahı delirttiniz, zorbalaştırdınız hakkınız budur, dermiş. Masal da burda bitmiş. Gökten üç kelle düştü, biri o yalaka vezirin, biri şu yalaka vezirin, beriki de bu yalaka vezirin…
Elimde olsa ülkenin tüm liselerine bir ders koyar dünyanın değişik yerlerindeki “ smögasbörd, askıda kahve, free hug, o…pu yürüyüşü, kayta… ” gibi farklı görenekleri insanlara öğretirdim. İnsanları gerçekten düşünmeye sevk eden, onlara daha geniş bir bakış açısı kazandıran, “Demek böyle de oluyormuş” ya da “Bunu daha önce düşünmemiştim ama ne kadar da doğru” dedirten olay ve durumlar var gerçekten. Kendi kültürümüzü dünyanın merkezine koymak ( egosantrizm ) gerçekten bizi gülünç duruma düşürür. Hoş ülkemizde egosantrizm ve etnosantrizm birer meziyet gibi algılanmaktadır ama modern dünyada bunların birer meziyetten ziyade handikap oldukları kabul edilmektedir. Egosantrizmin ne kadar gülünç olabileceğini anlatan bir anekdotu yazımıza girizgah edelim: Hepinizin bildiği gibi büyük savaşların yapıldığı yerlerde şehitlikler olur, bazı çok büyük mezarlar olur. Bunlardan bir tane de Güney Kore’de var. Bu mezarlıkta Kore Savaşı’nda ölen Amerikalı ve Güney Koreli askerler var. Bir gün dedesi ya da babası Kore Savaşı’nda ölen ABD’li bir turist, bu mezarlığı ziyaret eder ve mezarlardan birinin üstüne bir demet çiçek bırakır. Korelilerde mezarlığa çiçekle değil pirinçle gitme geleneği vardır. Birkaç adım ilerisinde bir Koreli bir tas pirinci bir kabrin üstüne bırakır. ABD’li gülerek Koreliye der ki : “ Seninki o pirinci yiyecek galiba? ” Koreli sakince yanıtlar: “Seninki çiçeği kokluyorsa benimki pirinci niye yiyemesin ki? ” Korelilerle başladık ama bu yazıda Korelilerden değil Afrika’da yaşayan Buşmanlardan bahsedeceğim.
Buşmanlar, Afrika’nın güneyinde yaşayan avcı - göçebe topluluklardır. Bunlar, dünya üzerinde az bulunan eşitlikçi toplumlardan biridir. Zaman zaman, kimi antropologlar bu “ ilkel ” (!) toplulukları içlerine girip onlardan biriymiş gibi gözlemlerler. Bu “ ilkeller ” şaşırtıcı derecede misafirperver, riyasız, içten, dost canlısı olurlar. Bugüne değin bir süre ( bu süre bazen bir yılı geçer ) onları gözlemlemek amacıyla            “ ilkellerle ” kalan hiçbir antropolog, ne bir şeyini çaldırmış ne ne biriyle tartışmış, hiçbiri beraber kaldığı kabile üyeleriyle en ufak bir sorun yaşamamıştır. Şimdi size Antropolog Marvin Harris’in “İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar” kitabından bir pasaj aktarayım:
          “Toronto Üniversitesi'nden Profesör Richard Lee Kalahari Çölü çevresindeki Buşmanları izleyerek onların neler yediklerini gözlemlemektedir. Buşmanlar işbirliğine çok yatkındırlar ve Lee onlara minnettarlığını göstermek ister, ancak elinde onlara normal diyetlerini ve etkinlik modellerini bozmaksızın verebileceği hiç bir şey yoktur. Noel yaklaşırken Lee, Buşmanların bazen tecim yoluyla et aldıkları köylerin yakınındaki çölün sınırında olasılıkla kamp kuracaklarını öğrenir. Bir Noel armağanı olarak onlara bir öküz vermek niyetiyle, cipiyle bir köyden ötekine gidip çevreyi dolaşarak satın alabileceği en büyük öküzü bulmaya çalışır. Sonunda Lee, uzak bir köyde, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı inanılmaz büyüklükte bir hayvan bulur. Bir çok ilkel topluluklar gibi, Buşmanlar da yağlı etin özlemini çekerler, çünkü onların avlama yoluyla ele geçirdikleri hayvanlar genellikle yağsız ve sıskadırlar. Lee kampa dönerken, Buşman dostlarını bir kenara çekerek onlara teker teker yaşamında gördüğü en büyük öküzü satın almış olduğunu ve onu Noel'de onlara kestireceğini söyler.
          İyi haberi duyan ilk adam açıkça telaşa kapılır. Lee'ye, öküzü nerede satın aldığını, ne renk olduğunu, ve boynuzlarının büyüklüğünü sorar ve sonra başını sallar. "Ben o öküzü biliyorum" der. "Tuhaf şey, o hayvan bir deri bir kemiktir! Böylesine değersiz bir hayvanı siz her halde sarhoşken satın almış olmalısınız !" Lee arkadaşının hangi hayvandan bahsettiğini gerçekten bilmediğinden emin olarak, başka birkaç Buşman'a konuyu güvenle açar, ama hep aynı şaşkın tepkiyle karşılaşır: "Siz o beş para etmez hayvanı mı satın aldınız? Elbette onu yeriz ama o karnımızı doyurmaz. Yeriz, ama eve yatmaya boş midelerle gideriz." Noel geldiğinde ve nihayet öküz kesilince, kalın bir yağ tabakasıyla kaplı olduğu ortaya çıkan hayvan büyük bir zevkle yutulurcasına yenir. Ortada herkes için yeterinden fazla et ve yağ vardır. Lee yine arkadaşlarına yönelir ve onlardan ısrarla bir açıklama ister. Durumu kabul eden bir avcı şöyle der, "Evet, biz elbette öküzün nasıl bir hayvan olduğunu gerçekten biliyorduk. Ama genç bir adam çok etli bir hayvanı öldürünce kendisini bir şef ya da büyük adam sanmaya başlar ve geriye kalan bizleri kendisinin hizmetçileri ya da kendisinden aşağı kimseler olarak görür. Biz bunu kabul edemeyiz. Biz böbürlenen birini reddederiz, çünkü bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. Bu nedenle biz her zaman onun hayvan etinin işe yaramaz olduğunu söyleriz. Böylece onu sakinleştirir ve yumuşak başlı yaparız." 
Avcının sözleri ne kadar doğru: “…bir gün onun gururu birini öldürmesine neden olur. ” İşte biat kültürünün insanı getireceği nokta budur! Hiç kimse diktatör olmak amacıyla bir işe girişmez, çevresindekiler onu diktatör yapar. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük sürekli onu pohpohlamak, ona biat etmektir. Biat edilenin sonunda başı öyle bir döner, öyle bir kibre saplanır ki… Kendisine biat edenleri bile öldürür. Kendini tek hâkim, tek efendi olarak görür, rahatlıkla şu da denebilir ki bu kişi artık kendini tanrı olarak görür. Sürekli övgü, sürekli şak şak bir dereceden sonra herkesi aptallaştırır. İşte bu aptallık da hem onun hem de etrafındakilerin mahvını getirir. Bir zorba da eni sonu insandır ve takdir edilmek beğenilmek de insan ruhunun bir gıdasıysa bunu elbette bir diktatör de isteyecektir. Bunu istemekle beraber diktatör insanları sevmez, onlara güvenmez, kimseyi beğenmez, ruhsal bir cimridir ve bu hiç kimseye vermediği şeylere de çok açtır. Oburca bir tutkuyla sevilmek, beğenilmek, hayran olunmak ister. Her durumda ve her zaman sözlerine koşulsuz, sorgusuz sualsiz itaat ister. Bu neden böyledir? Çünkü sürekli övgüyle, sürekli şak şakla ruh sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Diktatör artık dizginlenemez bir hal alır. Azdıkça azar, coştukça coşar. Etrafa büyük bir tahribat verdikten sonra Dr. Frankenstein’ın ucubesi misali döner kendini yaratanlara da saldırır. O saatten sonra da hiçbir ahmak kendi yarattığı canavarın kendisinin başını yemesine seslenemez, seslense de fayda etmez.



20 Ekim 2017 Cuma

İYİLİK MELEKLERİNİN GERÇEK YÜZÜ





Yollarda perişan vaziyette dilenen Suriyeliler… Kendi açlarımız, kendi sefillerimizi doyurabildik de Suriyelilere bakmak kaldı. İş sahası açılmıyor, demokrasi rafa kaldırılınca yabancı yatırımcı da gelmiyor; sonuç korkunç boyutlarda bir işsizlik, açlık sınırının altında yaşayan milyonlar, enflasyon, toplumsal buhran hali, suç oranlarında patlama… Ama bazıları için ne gam! Koltuğu sağlama alsın da memlekete ne olursa olsun. Türkiye zaten fakir bir ülke CHP asgari ücreti 1.500 yapma vaadinde bulununca “ Kaynak yoeeek! ” diye kıyametleri koparanlar, sınırı sebil ettiler Suriyeli geliyor, Arakanlı geliyor, Sincanlı geliyor, Afgan geliyor… geliyor da geliyor… 1.500 TL için kaynak yok ama milyonlarca sığınmacıyı besleyecek kaynak var. Olayın ekonomik boyutu var bir de vicdani boyutu var. İkisine de değinelim.

Kendi vatandaşını bile doyuramayan Türkiye, bu göç dalgasıyla gelenlere nasıl baksın? Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ( çok affedersiniz adeta para s.çan) zengin ülkeler sıfır mülteci alırken; kendi vatandaşını beslemekten aciz Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi kabul etmesi hangi akılla, hangi vicdan, izan ve insafla açıklanır? Kesinlikle Suriyeli sığınmacı kabul etmeyen Suudi Arabistan’ın kişi başına düşen milli geliri 54 bin 78 dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise kişi başına düşen milli gelir 67 bin 696 dolar, bu rakam Kuveyt’te 71 bin 263 dolar iken – sıkı durun -  Katar'ın milli geliri, 129 bin 726 dolar. Kişi başına düşen milli geliri ABD’den bile daha yüksek olan, inanılmaz zenginliğiyle göz kamaştıran İsviçre var ya İsviçre, onun bile kişi başına düşen milli geliri 59 bin 375 dolar. Yani Katar’ın milli gelirinin yarısından daha az! Sınırı yol geçen hanına dönmüş Türkiye’de bu rakam 10.807 dolar. Bazı zevat sınırda durmuş: “ Gel, gel, kim olursan ol; ne olursan ol gel! İster Suriye’den, ister Afganistan’dan, ister Çin’den, İster Burma’dan gel! ” diyip duruyor. Türkiye’nin böyle bir görevi mi var? Dünya’nın öbür ucundan taa Çin’den gelen sığınmacıları neden Türkiye alıyor? Diğer Müslüman ülkeler neden elini taşın altına sokmaz?

Zaman zaman Burma da gündem oluyor. Son Kurban Bayramı’nda olduğu gibi. Müslümanların Burma’da zulüm görmemesi için bin bir türlü yol var. Burma’ya yaptırımlar uygulanır, BM’den müfettişler gider, yönetim baskı altına alınır vs. Burma’dan Müslümanları kaçırmaya çalışmak ise ancak son çare olabilir ki bu kaçışı da herkes yapamaz. Günlerce aç, susuz, perişan yol alan yaşlılar, bebekler zaten yollarda kıvranarak ölür. Aylan Kurdi’yi hatırlayın. Suriye’den kaçan sığınmacılardan ölen bir tek o mu oldu sanıyorsunuz? Ya da sadece Ege’de mi insanlar öldü? Suriye’den Türkiye’ye kaçarken yollarda yaşlılar ve bebekler ölmedi mi? Konuyu fazla dağıtmadan devam edelim Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, hatırlarsanız Bangladeş’e kaçmak isteyen Arakanlı Müslümanlar için Bangladeş’e ne önermişti:  "Kapılarınızı açın, ne kadar masrafınız varsa biz karşılayacağız" acaba Çavuşoğlu bu masrafları kendi cebinden mi karşılayacak? Hani sadece merakımdan soruyorum Çavuşoğlu sadece bir aylık maaşını Arakanlılara vermiş mi? Erdoğan bin odalı sarayında kaç tane Suriyeli mülteciyi barındırıyor? Bütün bunların faturası kendini doyuramayan aç halka kesiliyor. Hani Erdoğan 17 – 25 Aralık’ta sıfırlama tapeleri, ayakkabı kutularına istiflenmiş paralar vs. ortaya çıktığında Gülen’le kavga ederken “Allah bes, bâki heves” demişti. Madem sadece Allah’ın rızasını düşünüyor ve dünya malına hiç önem vermiyor, o zaman dudak uçuklatan servetini Türkiye’ye gelen mülteciler için bağışlasın da görelim o  “Allah bes, bâki heves” lafının ne kadar samimi olduğunu. Erdoğan’ın, Erdoğan’ın çocuklarının ve eşinin serveti Türkiye’ye gelen mültecilerin büyük bir kısmının ihtiyaçlarını karşılar. Sadece o mu Melih Gökçek, oğlu yurtdışında kumar oynarken resimleri çekilen Binali Yıldırım gibi zengin AKP’liler devletin parasına dokunmadan kendi servetlerinden verseler tüm mültecilere bakacak para çıkar. Buyrun haydi. Ne de olsa sizin için “Allah bes, bâki heves”

Aslında bu yazıyı yazmaya beni iten ne oldu? Bugün iş aramaya çıktım, güzel giyindim iş başvurusu yaptım ama burdan da bir şey çıkmadı. Eve dönerken kaldırımda çarşaflı iki kadın vardı, yanlarında da bir küçük çocuk… Kadınlardan biri avucunu açarak yaklaştı para istedi. Tabii ki işsiz olduğumdan dolayı bir şey veremedim, uzaklaştım. Çok bozuk bir Türkçe ile “abi” demeye çalışan başka da bir şey demeyen kadın ve yanındakiler büyük ihtimalle Suriyeli. Bir süre mülteci kampında kalıyorlar ama ne durumda balık istifi vaziyette, pisliğin içinde, kimileri taciz ediliyor kampta kalmak için seslerini çıkaramıyorlar. Eni sonu kamptan ayrılacaklar tabii. Bu sefer ne oluyor? Dilenenlerin zaten haddi hesabı yok. Daha ne durumlara düşüyorlar… Çocukları gözünün önünde açlıktan ölecek duruma gelen Suriyeli anne fuhuş yapıyor. Dört çocuk anası böyle bir duruma düşmüş. Onlara insanca bir yaşam sağlayabiliyorsan al da bu durumlara düşüreceksen alma bu insanları. Bırak onurlarıyla ölsünler. Eminim onların çoğu da bu şekilde yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. Artık bu duruma düşürülen insanlara yapılan iyilik değildir.

Ayrıca yalnızca Suriyelilere, Arakanlılara, Sincanlılara, Afganlara bakmak iyilik yapmak mıdır? Yani mesele birilerinin zulme ve haksızlığa uğraması mı yoksa zulme ve haksızlığa uğrayanların Müslüman olması mıdır? Daha açık konuşalım niyet iyilik yapmak mı yoksa iğrenç bir İslamcılıkla Müslümanlara sahip çıkıyorum, diye görünerek insanların gözünü boyamak ve koltukta kalmak mı? Niyetin ne olduğunu Sudan’da daha dün denebilecek kadar yakın bir sürede yaşanan katliam karşısında Suriye için timsah gözyaşı dökenlerin takındığı tutum gösteriyor. Sudan’da 2003 – 2009 yılları arasında Sudan Hükümeti’nin desteklediği silahlı Müslüman gruplar çoğunluğu Hristiyan az bir kısmı da yerel dinlere inanan Afrikalılara karşı katliam, işkence, tecavüz ve yağmaya girişti. BM raporlarına göre savaş suçu nedeniyle toplam 300 bin insan ölmüş ve evleri yakılıp yıkılan 2 milyon 700 bin insan mülteci kamplarında toplanmıştır. İşkence, tecavüz ve katliama uğrayanlar Müslüman olmayınca AKP sesini bile çıkarmadı. Katliamın ne kadar korkunç olduğuna dair bir örnek verelim BM Sudan temsilcisi Mukesh Kapila, 2004 haziranında  hükümet yanlısı Arap milislerin, halka sistematik olarak tecavüz ve işkence uyguladığını söylemekle beraber bir kasabada iki saat içinde 100den fazla kadına tecavüz edildiğini de rapor etmiştir.[1] Arap milisler, hükümete bağlı hava güçleri tarafından bombalanan kasabalara saldırılar düzenliyordu. Milisler yağmacılık, tecavüz ve cinayeti en iğrenç şekilde yapıyor, gözlerinin önünde kocasını, babasını ve çocuğunu öldürdükleri kadınlara tecavüz ediyorlardı. Hatta olaylar 2009’da da son bulmadı. Eskisi kadar yoğun olmasa da zulüm hâlâ sürüyor.  İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW) raporuna göre Sudan askerleri tarafından 2014 Ekim'inde iki gün içinde en az 221 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi.[2]

Ömer el-Beşir 2009’da Türkiye’ye gelmiş Erdoğan ve ABDullah Gül tarafından ağırlanmıştı. Ellerinden kan damlayan Ömer el-Beşir’in Türkiye’ye gelmesine ilişkin eleştirilere Erdoğan’ın yanıtı ise “ Bir Müslüman soykırım yapmaz ”  olmuştu. Yorumu sizlere bırakıyorum.


[1] http://bianet.org/biamag/insan-haklari/37287-sudan-soykirim-ve-etnik-temizlik
[2] https://www.youtube.com/watch?v=lnwrrHRu6LI