Maraş'ta, Aralık 1978’de 100’den
fazla insan vahşice öldürüldü (resmi kayıtlara göre 111 kişi; ama bu devletin
söylediği rakamdır, hatırlatalım) katliam bağıra bağıra gelmişti. Aynen
Sivas’taki gibi olacaklar günler öncesinden belliydi. Öncesinde hiçbir önlem
alınmadı, olaylar sırasında Aleviler öldürülürken de olanı biteni seyrettiler.
Aradan yıllar geçmiş, insanlar Maraş’ta o sıralar öldürülenleri anmak isteyince
birden öyle önlemler alınıyor ki şaşırıyorsunuz. Maraş il sınırları içindeki
kolluk güçleri yetmemiş onların yanı sıra Adıyaman, Diyarbakır ve Gaziantep’ten
jandarma ve polisler de takviye gelmiş. Öldürülenler anılacak diye kentte
(resmi rakamlara göre) 2 bin 200 polis görev yapıyor, 10 noktada güvenlik
önlemi alınıyor ve bir polis helikopteri gün boyunca kentin üzerinde devriye
uçuşu yapıyor.[1]
Kente dışardan da TOMA denilen zırhlı araçlar getirilmiş. Bütün bunlar yıllar
önce yapılsaydı bu önlemler o zaman alınsaydı şimdi bu anmaya gerek
kalmayacaktı. Durun daha bitmedi… Anmaya katılacaklar, Gaziantep karayolu Narlı
kavşağında durdurularak dönmeleri istenmiş. Yani Alevileri öldürebilirsiniz bu
meşrudur; ama öldürülen Alevileri anamazsınız bu gayrı meşrudur.
Eğer tüm bu önlemler 1978’de
alınsaydı bu kara leke yaşanmazdı. Sadece Maraş olayında da değil. Sivas
Katliamı’nın yıldönümünde de aynı kepazelik yaşandı binlerce polis, (
TOMA’sıyla akrebiyle ) zırhlı araçlar, arama noktaları, çelik bariyerler… Oteli
yakan katil sürüsü otele ellerinde benzin bidonlarıyla gelirken seyreden devlet
bu sefer anmaya gelenleri otele yaklaştırmadı. Aynı şeyler Soma’da da yaşandı.
Madenlerde yaşam odalarının zorunlu olması önerisi iktidar tarafından
reddediliyor, defalarca kez muhalefetin verdiği önergeler reddediliyor, sonunda
665 kişi ölüyor[2]
bu sefer insanlar eylem yapmasın diye her türlü önlem alınıyor. Soma’da adı
konmamış bir OHAL ilan ediliyor, şehre girişler yasaklanıyor. Eylem yapmaya
kalkanlar acımasızca dövülüyor. Oysa aynı tedbir, aynı hassasiyet faciadan önce
işçilerin canını korumak için gösterilse bunların hiçbirine gerek kalmazdı.
Kimse kimseyi kandırmasın kimse
insanları salak yerine koymaya kalkmasın. Her şeyin farkındayız. Yüzlerce
insanın ölümünden sonra zerre kadar şeref sahibi başbakan ve bakanların istifa
etmesi gerekirdi. Ama bunun için 50 gram da olsa haya ve şeref duygusu
lazımdır. Bir gazeteci kalktı bu ölümler için “müstahak” dedi. Bu sefer
birileri hiç utanmadan kalktı herkesi bu gazetecinin yüzüne tükürmeye davet
etti. Bu gazeteci iyi yaptı, güzel yaptı demiyorum; ama ben onun yüzüne
tükürmektense o işçilerin göz göre göre
ölmesine razı olan sorumluların yüzüne tükürmeyi tercih ederim. Yani ortada
tükürülecek birkaç meymenetsiz surat var, var olmasına var da adres yanlış.
İnsanları bile bile ölüme
yollamak, insanlar öldürülürken kılını kıpırdatmamak sonra da kalkıp ölenler
anılacak diye kıyametleri koparmak, kurbanları öldüreni değil de ölenleri
ananları “terörist” ilan etmek bir devlet politikası oldu adeta. Bir gün bu
ölümlerin hesabı sorulacak mı bilemiyorum. Geleceğe dair ümitlerim pek parlak
değil. Hatırı sayılır büyüklükte bir grup sürekli sağa sola saldırıp etrafı
geren birinin peşine takılmış. İnsanlar bir parti liderinin konuşmasını
dinlerken neler vaat ettiğine, yurttaşlarına ne verebileceğine bakmıyor da
bunun yerine diğer lidere nasıl “laf soktuğuna”, siyasi rakibinin “hakkından
gelip” gelmediğine bakıyor.
Siyaseti sürekli bir çatışma ve
kavga olarak görüyoruz. Bunu kanıksamışız. Şimdi kavga edilecek bir şey varsa
en başta bu anlayışla bu zihniyetle kavga edilmelidir. İsmi lazım değil iki
lider kürsüden birbirlerine demedik laf bırakmadılar. Hatta bunlardan birisi
işi iyice abartıp “adi, terbiyesiz herif, haşhaşi, sinsi virüs, alçak…” daha
neler neler dedi hasımlarına. İşin komik tarafı kendisi seviyeyi bu düzeylere
çekmişken kendisine hakaret etmeden biraz sert bir şekilde eleştiren biri için “Ağzından
salyalar akıyor” dedi. Oysa ağzından salyalar akıyor, dediği kişi kimseye
“edepsiz, alçak, virüs, ananı al, adi, terbiyesiz, haşhaşi…” diye bin türlü
küfür saçıp dökmemişti. Acaba senin ağzından ne akıyor, bal mı damlıyor? Bu
sözler değil üst düzey bir devlet adamının bir mahalle seserisinin bile
herkesin içinde söylemeye imtina ve haya edeceği sözlerdir.
Bu kişi olağanüstü çabaları sonunda
iki siyasi rakip değil de iki can düşmanı olduğu bir adamla bir protokolde
karşılaştı el sıkışırlarken biri kafasını sağa, diğeriyse sola çevirdi. Bu zat
herkese sövmenin özgürlüğünü kürsülerde dolu dizgin yaşarken bir araya gelince
“Sövdüklerimin yüzüne nasıl bakacağım” diye düşünmediği için bu acıklı ve komik
manzara gözlendi. Demokrasi böyle bir şey işte, aslında insanların bilinçli
olduğu durumlarda en güzel yönetim şeklidir ama bazen de demokrasi nutukları
atarak iktidara yürüyenlerin bizzat kendileri demokrasiyi kaldırır. İşte böyle
dönemlerde dalkavuklar alkışlamaya devam ederken bir gün sıranın kendilerine de
gelebileceğini akıl edemezler.
Katliamlara ve pogromlara
alışmak, işkenceye, küfre, azınlıkların ezilmesine, insanların birbirinden
tiksinmesine alışmak… Bu nasıl bir duygu, nasıl bir ruh hali olabilir?
Alışmadık, alışmayacağız. Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız! 6-7 Eylül
pogromuna karşı çıkmak için Rum, Maraş pogromunu hatırlayıp hatırlatmak için
Alevi, Diyarbakır cezaevindeki havsalaya sığmaz “şey”leri (artık bunlara işkence
demek bile hafif kalıyor) lanetlemek için Kürt olmak gerekmiyor. İnsan olmak
yeterlidir zannımca.