25 Aralık 2014 Perşembe

UNUTMA, UNUTTURMA!




Maraş'ta, Aralık 1978’de 100’den fazla insan vahşice öldürüldü (resmi kayıtlara göre 111 kişi; ama bu devletin söylediği rakamdır, hatırlatalım) katliam bağıra bağıra gelmişti. Aynen Sivas’taki gibi olacaklar günler öncesinden belliydi. Öncesinde hiçbir önlem alınmadı, olaylar sırasında Aleviler öldürülürken de olanı biteni seyrettiler. Aradan yıllar geçmiş, insanlar Maraş’ta o sıralar öldürülenleri anmak isteyince birden öyle önlemler alınıyor ki şaşırıyorsunuz. Maraş il sınırları içindeki kolluk güçleri yetmemiş onların yanı sıra Adıyaman, Diyarbakır ve Gaziantep’ten jandarma ve polisler de takviye gelmiş. Öldürülenler anılacak diye kentte (resmi rakamlara göre) 2 bin 200 polis görev yapıyor, 10 noktada güvenlik önlemi alınıyor ve bir polis helikopteri gün boyunca kentin üzerinde devriye uçuşu yapıyor.[1] Kente dışardan da TOMA denilen zırhlı araçlar getirilmiş. Bütün bunlar yıllar önce yapılsaydı bu önlemler o zaman alınsaydı şimdi bu anmaya gerek kalmayacaktı. Durun daha bitmedi… Anmaya katılacaklar, Gaziantep karayolu Narlı kavşağında durdurularak dönmeleri istenmiş. Yani Alevileri öldürebilirsiniz bu meşrudur; ama öldürülen Alevileri anamazsınız bu gayrı meşrudur.
Eğer tüm bu önlemler 1978’de alınsaydı bu kara leke yaşanmazdı. Sadece Maraş olayında da değil. Sivas Katliamı’nın yıldönümünde de aynı kepazelik yaşandı binlerce polis, ( TOMA’sıyla akrebiyle ) zırhlı araçlar, arama noktaları, çelik bariyerler… Oteli yakan katil sürüsü otele ellerinde benzin bidonlarıyla gelirken seyreden devlet bu sefer anmaya gelenleri otele yaklaştırmadı. Aynı şeyler Soma’da da yaşandı. Madenlerde yaşam odalarının zorunlu olması önerisi iktidar tarafından reddediliyor, defalarca kez muhalefetin verdiği önergeler reddediliyor, sonunda 665 kişi ölüyor[2] bu sefer insanlar eylem yapmasın diye her türlü önlem alınıyor. Soma’da adı konmamış bir OHAL ilan ediliyor, şehre girişler yasaklanıyor. Eylem yapmaya kalkanlar acımasızca dövülüyor. Oysa aynı tedbir, aynı hassasiyet faciadan önce işçilerin canını korumak için gösterilse bunların hiçbirine gerek kalmazdı.
Kimse kimseyi kandırmasın kimse insanları salak yerine koymaya kalkmasın. Her şeyin farkındayız. Yüzlerce insanın ölümünden sonra zerre kadar şeref sahibi başbakan ve bakanların istifa etmesi gerekirdi. Ama bunun için 50 gram da olsa haya ve şeref duygusu lazımdır. Bir gazeteci kalktı bu ölümler için “müstahak” dedi. Bu sefer birileri hiç utanmadan kalktı herkesi bu gazetecinin yüzüne tükürmeye davet etti. Bu gazeteci iyi yaptı, güzel yaptı demiyorum; ama ben onun yüzüne tükürmektense  o işçilerin göz göre göre ölmesine razı olan sorumluların yüzüne tükürmeyi tercih ederim. Yani ortada tükürülecek birkaç meymenetsiz surat var, var olmasına var da adres yanlış.  
İnsanları bile bile ölüme yollamak, insanlar öldürülürken kılını kıpırdatmamak sonra da kalkıp ölenler anılacak diye kıyametleri koparmak, kurbanları öldüreni değil de ölenleri ananları “terörist” ilan etmek bir devlet politikası oldu adeta. Bir gün bu ölümlerin hesabı sorulacak mı bilemiyorum. Geleceğe dair ümitlerim pek parlak değil. Hatırı sayılır büyüklükte bir grup sürekli sağa sola saldırıp etrafı geren birinin peşine takılmış. İnsanlar bir parti liderinin konuşmasını dinlerken neler vaat ettiğine, yurttaşlarına ne verebileceğine bakmıyor da bunun yerine diğer lidere nasıl “laf soktuğuna”, siyasi rakibinin “hakkından gelip” gelmediğine bakıyor.
Siyaseti sürekli bir çatışma ve kavga olarak görüyoruz. Bunu kanıksamışız. Şimdi kavga edilecek bir şey varsa en başta bu anlayışla bu zihniyetle kavga edilmelidir. İsmi lazım değil iki lider kürsüden birbirlerine demedik laf bırakmadılar. Hatta bunlardan birisi işi iyice abartıp “adi, terbiyesiz herif, haşhaşi, sinsi virüs, alçak…” daha neler neler dedi hasımlarına. İşin komik tarafı kendisi seviyeyi bu düzeylere çekmişken kendisine hakaret etmeden biraz sert bir şekilde eleştiren biri için “Ağzından salyalar akıyor” dedi. Oysa ağzından salyalar akıyor, dediği kişi kimseye “edepsiz, alçak, virüs, ananı al, adi, terbiyesiz, haşhaşi…” diye bin türlü küfür saçıp dökmemişti. Acaba senin ağzından ne akıyor, bal mı damlıyor? Bu sözler değil üst düzey bir devlet adamının bir mahalle seserisinin bile herkesin içinde söylemeye imtina ve haya edeceği sözlerdir.
Bu kişi olağanüstü çabaları sonunda iki siyasi rakip değil de iki can düşmanı olduğu bir adamla bir protokolde karşılaştı el sıkışırlarken biri kafasını sağa, diğeriyse sola çevirdi. Bu zat herkese sövmenin özgürlüğünü kürsülerde dolu dizgin yaşarken bir araya gelince “Sövdüklerimin yüzüne nasıl bakacağım” diye düşünmediği için bu acıklı ve komik manzara gözlendi. Demokrasi böyle bir şey işte, aslında insanların bilinçli olduğu durumlarda en güzel yönetim şeklidir ama bazen de demokrasi nutukları atarak iktidara yürüyenlerin bizzat kendileri demokrasiyi kaldırır. İşte böyle dönemlerde dalkavuklar alkışlamaya devam ederken bir gün sıranın kendilerine de gelebileceğini akıl edemezler.
Katliamlara ve pogromlara alışmak, işkenceye, küfre, azınlıkların ezilmesine, insanların birbirinden tiksinmesine alışmak… Bu nasıl bir duygu, nasıl bir ruh hali olabilir? Alışmadık, alışmayacağız. Unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız! 6-7 Eylül pogromuna karşı çıkmak için Rum, Maraş pogromunu hatırlayıp hatırlatmak için Alevi, Diyarbakır cezaevindeki havsalaya sığmaz “şey”leri (artık bunlara işkence demek bile hafif kalıyor) lanetlemek için Kürt olmak gerekmiyor. İnsan olmak yeterlidir zannımca.



[1] http://www.radikal.com.tr/turkiye/marasta_anmaya_kismi_izin-1256158
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/73169/122_kisi_ne_zaman_kurtarildi_.html#

Hiç yorum yok: