Ölüm güzel şey… Evet, güzel
şeydir ölüm. Ölüm olmasaydı pişmanlık olur muydu? Kalbini kırdığımız birinin
gönlünü almak için ondan özür dilemek için yanıp tutuşur muyduk ölüm olmasaydı?
Vicdan ne güzel şey, rahm ne güzel şey değil mi? Kalplerde merhametin zerresi
olur muydu ölümün olmadığı bir yerde? Eğer ölüm olmasaydı sever miydik
birbirimizi? Ölüm olmasaydı insanlar birbirini sevmezdi ki, analar bile
bebeklerini emzirmezdi ölüm olmasaydı.
Ölüm olmasaydı hayatın lezzeti
olur muydu, nefes almanın güzelliği olur muydu? Ölüm olmasaydı şöyle güzel bir
soğanlı Adana dürümü, az tuzlu soğuk bir ayranla yemenin zevkine varabilir
miydik? Ölüm olmasaydı araştırma yaparmıydık, önümüzde sonsuz bir hayat varken
okur, düşünür, araştırır; bilimin ve bilginin tadına varabilir miydik? Ölüm
olmasaydı John Steinbeck ne Bitmeyen Kavga’yı yazabilirdi ne de Gazap
Üzümleri’ni. Ölüm olmasaydı on gün dünyayı sarsamazdı, John Reed de Dünyayı
Sarsan On Gün’ü yazamazdı. Sanat olur muydu ölüm olmasaydı?
Ben bu yazıyı yazmazdım ki ölüm
olmasaydı. Bir zamanlar benim için çok özel biri vardı. Sık sık buluşurduk hem
maddi (beraber bir şeyler yer içerdik) hem manevi paylaşımlar (duygularımızı,
sevinçlerimizi, kederlerimizi açardık birbirimize) yapardık. Birlikte olmaktan
büyük zevk alıyorduk. Paylaşmak bu kadar güzel olur muydu ölüm olmasaydı? Bu
zevki alır mıydık ölüm olmasaydı? Ölümün ne kadar güzel bir şey olduğunu ona da
söylemiştim. İşte tam da ölüm var olduğu için yaşamak bu kadar güzel, ölüm
olduğu için yaşam herhangi bir gerekçe istemez.
Ölüm güzelken bu kadar güzelken
hem de aynı anda ne kadar da çirkin olabiliyor. Bazen bir diktatör çıkıyor
ortaya alkışlıyorlar. Çıkıyor kürsüye diktatör, diktatör sanki yaşayan ölüm. Ölümün
mücessim hali ağzını açıyor konuşmaya başlarken; fakat ağzı kokuyor, ağzında
kan kokusu var. Elini kaldırıp parmağını sallıyor, ellerinden kan damlıyor. Bir
yavrucak yerde yatıyor kara kapkara tenli, kara kaşlı, kara gözlü… ama
hepsinden daha kara olan yavrucağın bahtı. Diktatör ağzından ölüm saçıyor, kan
saçıyor “Diyorlar ki emri kim verdi? Emri ben verdim, bu çocuğu ben öldürttüm!”
Diktatörün etrafında toplanan güruh alkışlıyor. Neyi alkışlıyor? Ölümü
alkışlıyor. Ama bu öyle sıradan bir ölüm değil, minik bir yavruyu anacığının
kolları arasından alıp götüren bir ölüm. Bu alkışlanacak bir ölüm değil. Ölüm
bazen kahpece pusu kuruyor, esnaf kılığında. İnsanların üstüne ölüm yağdıran
polislerden kaçan birinin ayağına çelme atıyor ölüm ve en adice, en zalim, en gaddar,
en galiz yüzünü gösteriyor ölüm. Ölüm güzel mi demiştim, yok değil bu sefer
değil tövbe değil. Vallahi de değil, billahi de değil.
Bazen ölüm yollara düşüyor,
kalkıyor Avrupa’nın banliyölerinden, metropollerinden, o metropollerin
gettolarından Ortadoğu’daki Ustasının yanına. Sonra Ortadoğu’dan dönüyor tekrar
Avrupa’daki metropole “Allahuekber” nidalarıyla kalaşnikoftan sıktığı
mermilerle 12 kişiyi öldüren eli kanlı katiller… Birileri geliyor kravatlı,
takım elbiseli, tıraşlı şık bir beyefendi diyor ki “Herkesin inanç özgürlüğüne
saygılı olmalıyız. İslamofobiyle mücadele etmeliyiz.” Ölenler için bir üzüntü
dahi bildirmiyor çünkü ölenlerden farklı düşünüyor. Belki de ölüm şimdi
böyleleri dünyayı yaşanmaz hale getirince hiç de güzel değil. Ben ölen
insanlardan kıpkırmızı bir sıvı aktığını gördüm dini ya da imanı yoktu bunun.
Hiç kimseninki diğerinden farklı değildi. Daha temiz ya da bozuk değildi
hepsinden aynı akıyordu. Ama vampirler bunu bilmez, onlar ancak kanla
beslenmeyi bilir. Tıraşlı, takım elbiseli, şık vampir, bunun gibileri olmasaydı
şu dünyada ölüm de yaşam da o kadar güzel olurdu ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder