31 Ocak 2015 Cumartesi

TÜRKİYE İÇİN BAŞKANLIK SİSTEMİ NEDEN DİKTATÖRLÜKTÜR?




Yıl 2010, aylardan ağustos… Eylülde referandum yapılacak, ana yasa değişikliği ile ilgili. Erdoğan miting meydanında, karşısında bağıran çağıran, bayrak sallayan, coşkulu bir kalabalık. Hepsi de Erdoğan ne derse desin onaylamaya, her dediğine “Evet!” diye bağırmaya koşullanmış. Erdoğan kalabalığa sordu: “Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü sorununu çözeceğine inanıyor musunuz?” Miting alanındaki herkes coşkuyla haykırdı: “Eveeeet!” Bir süre sessizlik oldu. Erdoğan, adeta şok olmuştu. Önce şaşırdı, durdu, kalabalığa baktı. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırmıştı. Sonra kendini toparladı: “İnanmıyorsunuz değil mi?”  Kalabalık tekrar bağırdı: “Eeeveeeet!”
Haziran 2013… Gezi Parkı protestolarının en civcivli zamanları, Erdoğan halka adeta savaş açmış, “Benim dediğim olacak, işte o kadar!” modundaydı. Hiçbir şekilde şiddete başvurmayan insanların üzerine polisi saldırtarak pek çok kişinin ölmesine sebep oldu. Yine bir grup insan Erdoğan’ın konuşmasına ücretsiz otobüslerle gidiyor. Erdoğan havaalanına gelmeden evvel hazırlıklar yapılmış, ses sistemi kurulmuş, “bindirilmiş kıtalar” beleş otobüslerle taşınmıştı. AKP’li bir görevli kalabalığı coşturmaya uğraşıyordu, önceden hazırlanan sloganlardan birini bağırdı: “Taksim şaşırma, sabrımızı taşırma!” Havaalanına gelen kalabalık bağırdı: “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma!”   
Şimdi bu olayları neden anlattım? İzah edeyim, Erdoğan neden başkanlık sistemi istediğini açıklamaya çalıştı ya TV’de. Hiç de açıklayıcı bir açıklama olmadı. Erdoğan: “Bizde başkanlık sistemi olsaydı geldiğimiz noktanın çok daha ilerisinde olurduk” dedi. Demesine dedi de… Neden geldiğimiz noktanın ilerisinde olurduk, bunu açıklamadı; nasıl yani, bize ne getirecek de ilerisinde olacağız; hangi konularda daha ileri olacağız? Bunlara bir cevap yok ama sadece bir “ileri olacağız” sözü söyleniyor. Önce bunun ne kadar yetersiz ve tuhaf bir laf olduğunu düşündüm; ama sonra şu geldi aklıma: Erdoğan’ın zaten açıklama yapmak, açıklayıcı olmak gibi bir derdi yok. O sadece ne istediğini söylüyor; seçmeni de onu körü körüne desteklemeye hazır. Bir kere sen oraya Tayyip Erdoğan’a destek olmaya gitmişsin atılan sloganı “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma!” olarak duysan da bunu bağırmayacaksın ne dediğini düşüneceksin. Ayrıca o miting alanında Erdoğan sana birkaç saniye önce yuhalattığı birine inanıp inanmadığını sorunca sen nasıl kalkıp da “Eveeet!” diye bağırıyorsun? Yahu ne yaptığının farkında mı bu kitle? Değil tabii, ne yaptığının farkında olsa zaten 2013 yazında bir sürü insanın ölüm emrini veren (“Emri ben verdim” vecizesini asla unutmayacağız.) birinin peşinden koşmazlar. Tek bir amaç var: “Erdoğan’ı alkışla!” Hiçbir şeyi sorgulama. O diyorsa iyidir.
Yine de Erdoğan ikna edici olmak istiyorsa, eğer ilk zamanlardaki balkon konuşmalarında yalan söylemediyse, hareket etmeden önce durup düşünen insanların da desteğini kazanmak gibi bir derdi varsa açıklayıcı konuşursa iyi olur. Bu aralar başkanlık sistemi tartışılıyor ve başkanlık sisteminin ABD dışında bir yerde başarılı olduğu, istikrarlı bir demokrasi yarattığı vaki değil, ama yine de bunu tartışalım. Erdoğan katıldığı bir Tv programında “G20 içerisinde 10'u başkanlık sistemiyle yönetiliyor” dedi. “Nasıl muasır medeniyetler seviyesine çıkarız? Bunun derdindeyiz. ” diye de ekledi. Peki G 20 ne? Açılımı Group of 20 (Yirmi Grubu). Bu grup, dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer alan 19 ülkeden ve Avrupa Birliği Komisyonu'ndan oluşuyor. G 20 üyesi bazı ülkeler : “ABD, İngiltere, Kanada, Almanya, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan…”
Erdoğan G 20 ülkelerinin çoğunun başkanlık sistemiyle yönetildiğini söylüyor; ama bunların çoğunun federasyon olduğuna da hiç değinmiyor. Erdoğan “Amerika, Brezilya, Güney Kore, Meksika olunca padişahlık olmuyor, yani Türkiye’de böyle bir tez ileri sürülünce niye padişahlık oluyor?” diyor. Gerçi Erdoğan’ın anlayacağından kuşkuluyum ama niyesini naçizane açıklayayım: Evet ABD’de başkanlık sistemi var; ama ABD bir federasyon. Evet, Brezilya başkanlık sistemi ile yönetiliyor; ama Brezilya bir federasyon. Evet Meksika Birleşik Devletleri başkanlık sistemi ile yönetiliyor; ama Meksika Birleşik Devletleri bir federasyon. Dediğiniz gibi Güney Kore’de de başkanlık var; ama Güney Kore de federasyon. Ayrıca Güney Kore’nin devlet başkanı eğer bir partiye üyeyse seçimlerden bir yıl evvel partisinden istifa etmek zorunda. Yani hiçbiri sizinki gibi bir başkanlık değil. Anlaşıldı mı? Yani oralarda güçlü bir merkezi yönetim yok. Zaten katı merkeziyetçi bir devlete bir de başkanlık sistemi getirirseniz artık o ülkede başa geçen istediği gibi at oynatır. Bu korkunç bir şeydir.
Erdoğan’ın başkanlık sistemini savunurken G 20’den bahsetmesi sadece ucuz bir demogoji. Neden mi? G 20 ülkelerinin gelişmişlik düzeyi ya da güçlü ekonomisi yönetim sistemlerinden mi ileri geliyor? Mesela G 20 üyesi iki ülkeyi ele alalım İngiltere ve Suudi Arabistan ikisi de monarşiyle yönetiliyor. Şu halde İngiltere ve Suudi Arabistan’ın her ikisi de eşit mi? İkisi de “muasır medeniyetler seviyesinde” mi? Hem ikisi de G 20 ülkesi hem de ikisi monarşi. Sonuç?
Erdoğan zaten konuşurken dilinin altındaki baklayı çıkardı. Bakınız ne dedi: “Mevcut sistemle üçlü kararnameyle bir kişiyi istediğimiz makama atamalar noktasında sorunlar yaşıyoruz ama başkanlık sisteminde böyle bir sorun yaşanmayacak. Çalışacağım adamı ben belirlerim, benle gelen benle gider. Bunu şu andaki sistemde yapamazsınız, sizinle gelen sizinle gitmiyor. Birileri bunu engelliyor, mesela yargı engelliyor. Yargı bunu engellediği zaman yerindelik ne olacak? Halk sorumlu olarak kimi tutuyor? Siyasiyi tutuyor. Yargıdakini tutuyor mu? Hayır. Yargıdaki gelip ‘ben 11 defa alırım, 12’nci defa tekrar atarım’ diyor, yargıyla böyle bir sürtüşmenin içerisine giriyorsunuz. Böyle memleket yönetilmez ki, şehirler yönetilmez ki, kurular yönetilmez ki.” Erdoğan, burada açık açık hukuku çiğnediğini yargıya saygısı olmadığını itiraf ediyor. Zaten yargı kararına rağmen o kaçak yapıyı yaptırması ve “Gücünüz yetiyorsa yıkın!” demesi Erdoğan’ın hukuka saygısını da göstermişti. Hepsini geçtim, kuvvetler ayrılığını “ayağına vurulmuş bir pranga” olarak gören birinin demokratik bir yapı istediğini düşünmek için herhalde insanın aklından zoru olması gerekir.
Bu arada başkanlık sistemi sadece bazı G 20 ülkelerinde değil “Afganistan, Ekvador, Bolivya, Haiti, Uganda, Uruguay, Nijerya, Tanzanya, Sudan…” gibi geri kalmış ülkelerde de uygulanan bir sistem. Gidişat gösteriyor ki başkanlık sistemine geçersek bir ABD olamayız ama pek âlâ bir Uganda olabiliriz.

29 Ocak 2015 Perşembe

FEYSBUUKUMUN HALLARI


Kısa bir süre önce facebook’ta dolanan tuhaf bir videoya rasgeldim. Aslında tuhaf olan video değildi. Tuhaf olan bu videonun facebook’ta dolanmasıydı. Facebook’un ne kadar vaktimizi çaldığını, sevdiğimiz insanları facebook yüzünden ihmal ettiğimizi vs. söylüyor; boyuna facebook’un zararlarından bahsediyordu. Bir başka tuhaflık ise bu videoyu facebook’ta paylaşan paylaşana… Dahası yüzlerce beğeni almış. Yüzlerce facebook kullanıcısı, facebook’un ne kadar kötü ve zararlı olduğunu anlatan bu videoyu facebook’ta paylaşmış. E ne diyelim? Allah facebook’tan razı olsun; facebook olmasaydı facebook’un bu kadar zararlı olduğunu nasıl duyuracaklardı?
Facebook’un zararlı olmasının nedeni vaktimizi çalması ve sevdiklerimize vakit ayıramayışımızmış. Yahu Allah aşkına işine vakit ayır, sevdiğine vakit ayır, şuna vakit ayır, buna vakit ayır… İnsan biraz da kendine vakit ayırmak ister, biraz da bir iki komik karikatüre gülmek, birkaç güzel yazı okumak ister, belki biraz da oyun oynamak ister. Facebook’la da kendine biraz vakit ayırırsın bunda ne kötülük var ki? Hem sevdiklerimizin doğumgününü kutladığımız, uzaktaki bir sevdiğimizle sohbet edebildiğimiz facebook sevdiklerimize vakit ayırmayı engellemek şöyle dursun tam tersine buna yardımcı oluyor. Ayrıca bu videonun ironik bir şekilde facebook’ta paylaşılması ve beğeni alması, insanların aslında bu videoya hiç de inanmadığını gösteriyor. Çünkü bu videoyu izleyenler, videonun tavsiye ettiği gibi facebook’u bırakmak yerine bunu beğenip paylaşıyor ve mutlu mesut facebook’ta gezinmeye devam ediyor.
Facebook, internet gibi şeylere niye saldırıyorlar anlamak zor. Her seferinde mazeret aynı, çevremizdeki insanlara vakit ayıramıyor oluşumuz ileri sürülerek böyle konuşuluyor. Facebook yokken hatta internet de yokken aynı şeyi televizyon için diyorlardı oysa. Evet 90’larda insanımız televizyonu bütün kötülüklerin anası bellemişti adeta. Ve o zaman da televizyonu kötüleyen herkesin evinde televizyon vardı. Facebook’a ve internete biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum. İnsanların ara sıra eğlenmeye ihtiyacı var, demiştim onu geçelim internet sadece eğlence amaçlı değil eğitsel amaçlarla da kullanılabilir. Birbirinden güzel makaleler, gazete ve dergiler, filmler, belgeseller vs. internette bol bol bulunan şeyler.
Hem facebook biraz da insanların karakterini ortaya koyuyor, facebook’u sevmemin bir nedeni de bu. Bir hasta için kan aranıyor, trombosit aranıyor; tanımadığınız biri, ama olsun… Hayat kurtarmak önemli. Bunu bir grupta paylaşıyorsunuz ve insanlara paylaşsınlar diye yalvarıyorsunuz. Hayat meselesi olduğunu söylüyorsunuz, kimse paylaşmıyor ve siz bunu o grupta kimlerin gördüğünü de biliyorsunuz. Paylaşınca ne olacak, taş atıp da kolun mu yorulacak? Ama bazı insanlar öyle bir hale gelmiş ki bir hasta insanın ölmesini bile umursamıyorlar.
Onu geçtim bir şeyleri beğenme; o beğen butonuna tıklama var ya o da bazen insanların karakteri hakkında sağlam fikir verip, kişileri daha iyi tanımamıza yardımcı oluyor. Bu sadece beğenilen şeyin içeriği ile de ilgili değil. Onu nasıl beğendiğimiz de bazen karakterimiz hakkında bir şeyler anlatıyor. İzah edeyim: Kısa bir süre önce birileri bir karikatür yapıyor, sonra bunu facebook’ta paylaşıyor. Karikatürü yapanın arkadaş listesinde üniversitedeki bir hocası var; hoca da bunu beğeniyor ve paylaşıyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Hoca beğenmiş ve paylaşmış, hocanın eline sağlık burda bir sıkıntı yok.
Peki sonra ne oluyor? İşte devamında bir sıkıntı var… Bu kişinin arkadaş listesindeki bir sürü öğrenci karikatürü, karikatürü yapan arkadaşlarının duvarında değil de hocanın duvarında beğeniyor. Oysa orda yazıyor zaten kimin kime ait fotoğrafı paylaştığı ve çizen kişi karikatürün kenarına da imzasını atmış. Bununla beraber karikatürist arkadaş çizdiği karikatürü kendi duvarında iki kişinin beğendiğini görüyor ki bu iki kişiyi tanımıyor ve sonra bakıyor ki bunlar hocasının arkadaş listesinde olan iki kişi. Karikatürü de hocanın duvarında görmüşler; ama hoca karikatürü çizenin adını vererek paylaşıyor ve karikatürün kenarında da imza var. İşte bu iki karakter sahibi insan da gelip karikatürü kim yaptıysa onun duvarında beğenerek kişiliklerini ortaya koyuyor. Bir tarafta karikatürü arkadaşının duvarında değil de hocanın duvarında beğenen tayfa, diğer tarafta o hocanın arkadaş listesinde olup da karikatürü yapanın duvarında beğenen iki insan.
Diyeceğim o ki facebook güzeldir, iyidir arkadaş. Bazen gerçek hayatta farkedemediği detayları insana gösterip güzel güzel aydınlatır bizleri. Facebook iyidir iyi.   

27 Ocak 2015 Salı

İLERİ DEMOKRAT ETYEN MAHÇUPYAN BAĞNAZ CHARLIE HEBDO’YA KARŞI



Herhalde Charlie Hebdo saldırısını duymayan kalmadı. Saldırı 7 Ocak’ta gerçekleşti. Aradan tam 20 gün geçti ama hâlâ üzerinde tartışılıyor. Mahçupyan ilginç bir yazı kaleme almış, linkini verelim ki sonradan kimse çıkıp da “yok cımbızlama yapılmış, yok o yazıda öyle demek istememiş” demesin buyrun şu linkten yazının tamamını okuyabilirsiniz:
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/ozgurlukcu-bagnazlik/haber-376317     
Bakınız Mahçupyan Charlie Hebdo saldırısı hakkında ne söylüyor: “Cinayetin ifade ve basın özgürlüğüne karşı yapıldığı söylenmişti. Oysa eylemi gerçekleştiren gençlerin ifade ve basın özgürlüklerine karşı oldukları için adam öldürdüklerini söylemek açıkça abesti. Eğer imkân olup sorulsaydı, muhtemelen onlar da her Fransız gibi ilkesel olarak bu özgürlüklere sahip çıkarlardı.”  Ne kadar dahiyane bir söz. Evet sorulsaydı onlar da bu özgürlüğe sahip çıkardı. Orası kuşkusuz. Tıpkı hakkındaki en ufak bir eleştiriye koştura koştura dava açan, muhalif gazetecileri işten attıran, sansürü sınırsız bir şekilde kullanan, Türkiye’yi muhalifler için nerdeyse yarı açık cezaevine çeviren Erdoğan’ın sorulduğunda basın özgürlüğüne sahip çıktığı gibi. Onlara da sorulsa Erdoğan gibi, Davutoğlu gibi, Mahçupyan gibi onlar da bu özgürlüğe sahip çıkarlar. Zaten cinayeti işleyenlerin “Ben çok sesliliğe karşıyım, basın özgürlüğü de neymiş!” diyeceklerini iddia etmiyoruz. Erdoğan da böyle demiyor. Geçmişte muhalif gazetecileri işten attıran Mussolini de dememişti. Ama yapılanlar da ortada değil mi?
Mahçupyan’ın teröristlerden “eylemi gerçekleştiren gençler” diye söz etmesi hatta bu “gençler”in “ifade ve basın özgürlüklerine karşı oldukları için adam öldürdüklerini söylemek açıkça abes” demesi oldukça ilginç. Mahçupyan devamında “mesele ifade özgürlüğü değil birlikte yaşamayı becerip becerememe” diyor. Sonra da şu müthiş sözleri sarf ediyor Mahçupyan: “Cezayir kökenli Müslüman Fransızlar da laik ve ateist karikatüristleri ‘birlikte yaşama zeminini tahrip ettiklerini’ düşündükleri için öldürdüler.” Aferin Mahçupyan, tebrik ederim. O kadar özgürlükçü ve demokratsın ki insanların dinlerine dil uzatanları öldürmelerinin demokratik bir hak olduğunu iddia edeceksin nerdeyse. Ben bu kadar özgürlükçü olamam, bu kadar demokrat olmak her babayiğidin harcı değil. Tebrik ediyorum. İkinci bir dahiyane görüş de şu ki Mahçupyan karikatür yüzünden adam öldürmeyi değil de bir insanın karikatürünü çizmeyi “birlikte yaşama zeminini tahrip etmek” olarak görüyor ki kırk yıl düşünsem böyle bir şey aklıma gelmez.
Herhalde “ileri demokrasi” dedikleri bu olsa gerek. İçinde bulunduğun teşkilat sana da ileri demokrasi bilincini aşılamış. Ben bu kadar demokrat değilim, bir karikatür yüzünden insanların öldürülmesine bu kadar derin bir hoşgörüyle bakamıyorum. Tersini denesen nasıl olur Mahçupyan? Hani diyorum ki o hoşgörüyü katillere değil de karikatüristlere göstersen nasıl olur acaba?
Kaç kere söylemek gerek bilmiyorum ama bazılarının kafası almıyor. Israrla bir kez daha söylemek gerek. Arkadaş “Şuna laf söyleme şu dinin inanırı gücenir, bunu hicvetme o dine inanan alınır” denmez, denemez, denmemelidir. Dendiği an artık bunun bir sınırı olmaz, önünü alamazsın, bunu alabildiğine genişletip dini her türlü eleştiriden muaf tutabilirsin. Bu yüzden dine dair şeylerin eleştirilmesi, tartışılması üzerine yasak konmaz, konamaz, konmamalıdır. Bir Hindu üzülebilir ya da incinebilir diye dana eti yemeyecek miyim? Yerim arkadaş, kadın budu köfteye bayılırım hem de. Sai Baba bence insanları kandırıyor. Hindistan’da ona inanan milyonlarca insanı gücendirebilir mi bu sözlerim? Evet, gücendirebilir, o zaman ben bunu söylemeyecek miyim? Valla güceniyorsa o gücenenin kendi sorunu ben Sai Baba’nın peygamber olduğuna inanmıyorum. Kimse de benden Sai Baba’nın yaydığı dine saygı göstermemi beklemesin. Hiç kimse herhangi bir dine saygı göstermek zorunda değildir. Herhangi bir yayın organının senin için kutsal olan bir şey hakkında negatif sözler sarf etmesi sana bu kadar dertse alma, okuma; bu kadar basit. Ancak hangi inancı taşırsa taşısın - ya da isterse inançsız olsun - insanlara saygı gösterilmelidir.
Ayrıca beraber yaşamayı bu kadar önemsiyorsan, insanların dini hassasiyetlerine saygı gösterilmesi bu kadar umrundaysa eğer Mahçupyan, Fransa’daki bir mizah dergisini diline dolamayı bırak da yaşadığın ülkede Alevilere yapılan eziyetleri gör. Cumhurbaşkanı’nın cemevine “cümbüş evi”, “ucube” gibi sözleri. “Ali’yi sevmek Alevilikse ben sizden daha Aleviyim” lafları “Alevilerin bir sıkıntısı yok, sesleri fazla çıkıyor” demesi seni hiç rahatsız etmiyor ama Fransa’da çizilen bir karikatürden epey rahatsız olmuşsun,  tuhaf.    
Mahçupyan diyor ki: “Charlie Hebdo bilinçsiz modernliğin temsilcilerinden biriydi. O nedenle modern dönemin ne denli özgürlükçüsü ise, post-modern dönemin de o denli bağnazıydı.” Charlie Hebdo neden bağnaz? Hz. Muhammed karikatürü yaptığı için bağnaz. Bununla beraber Charlie Hebdo’ya yönelik cinayeti adeta onaylamak, savunmak bağnazlık değil. Bir şey söyleyeyim mi bir din adına cinayet işleniyorsa o dine mensup insanların bu cinayet karşısındaki tavrı o dine inanan ortalama insanın şeref, namus ve haysiyetini ortaya koyar. Lamı cimi yok; burada Hristiyanlıkla ilgili bir karikatür eleştiri vb. sonucu cinayet işlense Hristiyan aleminin cinayeti işleyenleri değil kurbanları protesto ettiğini düşünün. Bakalım o zaman katilleri değil kurbanları protesto edenlerin şeref ve haysiyeti için ne düşüneceksiniz. Biraz düşünün bakalım bu fikre katılacak mısınız katılmayacak mısınız?
Neden böyle davranıyor Etyen Mahçupyan? Bence bu davranışının AKP üyesi olmasıyla hiçbir ilgisi yok. Kimseye yaranma çabası yok burada. Müslüman aleminin gururu, din düşmanlarının korkulu rüyası cevval Mahçupyan... Başbakan’ın danışmanı Mahçupyan gerçekten çok demokrattır. Mahçupyan’ın dahil olduğu siyasi gruptan biri Ermeni kelimesini ağzına alırken küfür telaffuz ediyormuş gibi “çok af edersiniz” diyor. Hani şu “bana çok af edersiziniz Ermeni bile dediler” sözünün sahibi olan kişinin emrinin altındaki Başbakan’a danışmanlık yapıyor Mahçupyan. Bu partideki bir kişinin hatası mı ya da bireysel bir tavır mı? Sanmıyorum. Hani bir milletvekili zamanında o siyasetten başka birinin “Ermeni” olduğunu iddia etmişti de o kişi gidip kendisine “Ermeni” diyen kişiye “hakaret” davası açmıştı. Ben şahsen Ermeni sözüne ya da başka bir ulusla ilgili söze hakaret davası açmam. Çünkü Ermeni kelimesini hakaret olarak görmem. Mahçupyan Ermeni kelimesini küfür ve hakaret olarak görenlerin danışmanlığını yapıyor.E daha ne olsun, bu kadar demokrat olmak her babayiğidin harcı değil alkışlar Mahçupyan’a.


25 Ocak 2015 Pazar

SEVİYORUZ SENİ CAN BABA!



İnsanları seven, muhalefet eden, itaatsiz, küfürbaz bir deli… Can Yücel… Bakan oğluydu ama ne bir gün paraları sıfırlamaya kalktı ne de babasının nüfuzundan faydalandı. Tuttu hayallerinin peşinden gitti. Başı ağrımadan iyi paralar kazanabilecek bir pozisyondayken bu durumu elinin tersiyle itip edebiyata, şiire yöneldi.


            Belki kimilerine dili kaba saba, nobran gelebilir ama küfür etmekte de haksız mı Can Baba? “Bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır” diyor Nietszche. O zaman genelleme yapmayalım. Küfür yeri gelince gülmecedir, yeri gelince kafiyedir, yeri gelince edenin yeri gelince edilenin layığıdır, yeri gelince acziyettir, yeri gelince de evet, marifettir. Hepsi de olabilir küfür. Ne tamamen siyah ne tamamen beyazdır küfür. Amaa onun küfürle ve bayağılıkla şöhret olduğunu söyleyenlere diyorum ki: Buyrun haydi, durmayın siz de küfredin. Edin bakalım onun gibi edebilecek misiniz? Küfrün bile maharet olabileceğini göstermedi mi bize Can Yücel? Bir kimsenin, bir şeyin kusurunu açık açık söylemek anlamında “Göte göt demek” deyimini Türkçemize kazandıran kim? Şiirinde geçen göt kelimesi için mahkemeye verilmiş şair. Şiirde “g.t” yazsa sorun yok ama o açık açık “göt” yazıyor çekinmeden. Hakim soruyor neden “göt” dediğini. “Valla hakim bey bizim orda göte göt derler. Sizin orda ne derler?” diyor Can Yücel.

            En güzel, en hoş şiirleri de küfürlü olanları değil mi? “Şiirlerinde küfür etme diyorlar usulsüz, ulan bu kadar orospu çocuğunu nasıl anlatayım küfürsüz?” sözü de durumu gayet güzel anlatıyor aslında. Küfür düşmanı görünenler, şiirde, filmde, romanda küfür görünce “Canım böyle olmaz ki ama, diyenlerin çoğu da ilginç bir şekilde – aslında pek de ilginç değil bu bir savunma mekanizması- en çok küfreden insanlardır. Özel hayatlarında gayet rahat bir şekilde boyuna küfredenler, filmlerde, şiirlerde küfür geçmesini ayıplarlar. Boyuna “karı kız muhabbeti” yapanlar, sürekli baldır bacak konuşanlar da filmlerdeki çıplak görüntüleri dillerine dolarlar. Normal hayatta en galiz, en çirkin bir şekilde bu şeyleri ağızlarının suyunu akıta akıta yapanlar bunların sanat eserlerinde geçmesini ayıplarlar. Google’ın istatistiklerini bir araştırın, yıllar önce bu işlerden anlayan biri link vermişti bir forumda, dünyada en çok “child porn” (çocuk pornosu) “animal sex” (hayvanla sex) kelimelerinin aratıldığı ülke Afganistan’dı şeriatla yönetilen Afganistan.

            Ben Asena Erkin kimdir nedir bilmezdim. Ne zamana kadar bilmezdim? Dedesi yaşında bir siyasetçi onu diline dolayana kadar. “Şeyini şey ettiğimin şeyi” Arınç sayesinde tanıdım Asena Erkin’i. Yok kocasını yalnız bırakıp tatile gitmiş, yok direğe tırmanmış, yok kahkaha atmış… Onun bunun karısını kızını utanmadan sıkılmadan diline doluyor. Sana ne be adam, sen onun dedesi yaşındasın utanmıyor musun? TÜSİAD’ın eski başkanı Boyner de internet yasağı ile ilgili konuşunca tuttu kızı yaşındaki kadın için gayet rahat “Boyner iktidara gelirse porno siteleri serbest bırakabilir” dedi aynı Arınç. Bunları 15’lik ergen bir zibidi yapsa o kadar şaşırmam ama bunu yapan torun sahibi bir adam. Senin karın için konuşsalar güzel olur mu, sus bari otur oturduğun yerde; yaşından başından utan. En azından şiirde, filmde vs. geçen çıplaklık kimsenin karısına kızına yönelik değil.

            Neyse biz yine dönelim Can Yücel’e… İlk değil elbette Can Yücel, daha ne şairler vardı böyle küfürler yağdıran, olaylara bambaşka gözlerle bakan… Bektaşi dedelerinin şathiyelerini hatırlamakta fayda var. Onlarda küfür yok ama olaylara bambaşka gözlerle bakılıyor. Bektaşi şairi Azmi’nin şiirinden bir kesit. Hem Allah’ın rahmetinden bahsedip hem de her şeye Allah şöyle yapar, böyle yapar diyenlere ne diyor :

Yüz bin tamun olsa korkmam birinden!
Rahman ismi nazil degil mi senden,
Gaffuruzzünubum demedin mi sen,
Affet günahımı yalancı mısın?

            Bu şiirin bugünlerde yazıldığını düşünebiliyor musunuz. Can Baba geç gelmiş şu dünyada hem de beş asır falan geç gelmiş. Olsun zamanın ruhuna rağmen O da yazıyordu aykırı şeyler. Zaman zaman şaşırtıyordu bizi şiirlerinde bambaşka bir yana sürüklüyordu sözleriyle “Bu ülke bölünsün istiyorum” dedikten sonra “ Yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa! Onurlu, şerefli, emekçi ve vatansever insanlar bir tarafa!” diyordu. Ne güzel bir bölünme olurdu değil mi?
           
            Biliyorum suçluyum, razıyım cezama
            Çalmadım, öldürmedim ama
            Daha kötüsünü yaptım.
            Ne yaptım biliyor musunuz reis bey?
            Tuttum insanları sevdim.

Diyordu bazen de Can Yücel. Can Yücel kabul görmüştü; muhalefetiyle, doğallığıyla, küfrüyle, yeri gelince sevgisiyle… Her zaman seveceğiz seni Can Baba. Biz de seviyoruz insanları ve seni ve ağıız dolusu biz de küfrediyoruz “bu orospu çocuklarına”.