Siyasetçilerimiz tuhaf kendi tabanlarına özgürlük vermekten çok kendi
tabanlarından olmayanın özgürlüklerini kısıtlamaya gayret ederler.
İnsanımız tuhaf, gider o siyasetçilere oy verirler. Biraz daha
somutlaştıralım diyelim ki bir parti cemevlerine ibadethane statüsü
vermiyor, bu aslında kendisini o partiye yakın gören tabana hiçbir yarar
sağlamıyor ama taban, partisi Alevileri
horlayıp dışlayınca sanki partisi kendisi için iyi bir şey yapmış gibi
zevkten dört köşe oluyor. Oysa partinin bu tutumu kendi tabanı ile
ilgili değil Alevilerle ilgili. Buna karşılık başka bir parti
cemevlerini ibadethane olarak kabul ediyor, bununla beraber taşeronluk
sistemini kaldırmayı vaat ediyor. Ama bazı kişiler Alevilerin özgürce
ibadet edebildiği bir Türkiye'de
taşeronluktan kurtulup insan gibi yaşamaktansa Alevilerin ikinci sınıf
vatandaş olduğu bir Türkiye'de sürünmeyi tercih ediyor. Sırf bu yüzden
Alevi düşamnı partinin taşeronluğu daha da yaygınlaştırması hatta
kendisinin de canına okuması pahasına gidip o partiye oy veriyor çünkü o
parti Alevilere ibadethanelerini vermiyor. Oooh, iyi ediyor!İnsanımız
kendisine ne verileceği ile ilgilenmiyor, başkasından neyin esirgeneceği
ile ilgileniyor. Diğer bir deyişle bana bir şey verme, ötekinin elinden
bir şeyi al daha iyi, diyor. Peki bu durum kimin işine geliyor?
Millet birbirine girmiş herkes birbirinin gırtlağını sıkarken bazıları
da deveyi hamuduyla götürmenin derdinde. Benim başörtülü bacımla benim
mini etekli bacım birbirinin saçını başını yolarken, benim sakallı
dayımla benim kulağı küpeli biraderim birbirine tekme tokat dalıyorken
birileri güzel güzel götürüyor. Eskiden hırsızların klasik bir numarası
varmış, birbirleriyle kavga ediyor gibi yapıp kavgayı ayırmaya geleni
avlarlar, milletin cebinden cüzdanını çalarlarmış. Şimdiki hırsızlar
birbiriyle kavga etmiyor, artık taktik değişti. Şimdi hırsızlar milleti
birbiriyle kavga ettiriyor.
Birileri işte bunun farkında. Gerilim siyaseti bir an için bırakılsa,
bir an için ülkenin insanları birbirine saygılı olsa gözler hırsıza
dönecek. Yaptığı hırsızlıkların hesabı sorulacak ama insanlar birbirinin
gözünü oymaya öylesine şevkle girişmiş ki kimse hırsıza bir şey
demiyor. Hırsız da bir tarafı parmağıyla diğer tarafa işaret ediyor,
sürekli ortamı geriyor. Çünkü hırsız da biliyor ki gerilim, toplumsal
kutuplaşma bir dursa insanlar dönüp hırsıza bakacak ve ulan sen bizi ne
diye söğüşlüyorsun, diyecek. Bu da doğal olarak hırsızın sonunu
getirecek.
Başka oluşumlara "düzen partisi" diyen Marksistler de artık
özeleştirilerini yapmalı Marksistlerin belli başlı birkaç hataları var:
1. Her şey, her türlü iyileştirme, belirsiz bir gelecekte gerçekleşecek
"devrim" sonrasına tehir edilmiş. Kusura bakmayın ama insanların bir
durumunda ufacık bir iyileşme yaratmak için ille de devrim sonrasını
beklemek gerekmiyor. Bu demek değildir ki devrim fikrinden ya da
devrimcilikten vazgeç. Sadece her şeyi devrim sonrasına ertelersen
inandırıcılığın ve güvenilirliğin kalmaz. Hiçbir şeyi iyileştirmeden
insanları çağırıyorsan insanların sana güvenmesi için ufacık bir sebep
göster. Ama bu sebep belirsiz bir geleceğe kadar ertelediğin planlar
olmasın.
2. Marksistler şu an (güçleriyle ve cüsseleriyle oldukça orantısız bir
şekilde) en güçlü kurum ve kuruluşlara kafa tutuyorlar ve sürekli kavga
ediyorlar. Güçlerini örgütlenmek için değil, halkla iyi ilişkiler kurmak
ve kendilerini halka anlatmak için değil de devletle kötü ilişkiler
kurmak, devletle kavga etmek için harcıyorlar. Bu bir yarar sağlamak
şöyle dursun sadece ve sadece zarar verecektir.
3. Politik grupların içinde diğerlerinden daha açık fikirli daha
demokrat olmak şöyle dursun birine gidin Lenin'i eleştirin az biraz
demokrat bir dindara Hz. Muhammed'i eleştirdiğinizde almayacağınız
tepkiyi size Maksist arkadaş verecektir. Bir HDP'li ile konuşurken
Selahattin Demirtaş'ı eleştirebilirsiniz, kıyamet kopmaz ama bir
Marksist sırf Demirtaş'ın bir iki davranışını beğenmediğiniz için sizi
"Kürt düşmanı, pis şoven" vs. yapar. Dikkat edin Kürt hareketini değil
sadece Demirtaş'ı eleştirmek yeterli. Kaldı ki hareket de eleştirilmez
değildir. Bir şeyleri tenkit etmek de kimseyi pis bir faşist yapmaz.
4. Kimi Marksist arkadaşlar kafayı Kemalistlere öyle takmış ki. AKP
ile kavga etmek yerine üstünden buldozer geçmiş Kemalistlerle kavga
ediyorlar. Hatta bazıları ( AKP'li Marksist nasıl oluyorsa artık o da
oluyor güzel ülkemde ) her koşulda, her şartta AKP'yi savunduğu gibi
AKP'yi eleştiren herkese "Kemalist, ulusalcı, CHP'li" diye etiketlemeler yapıyor
Bunu dediğim için şimdi de "hain" ilan edilirsem hiç şaşırmayacağım
söyleyeyim. Hatta "hain" ilan edilmezsem o zaman şaşıracağım. Yapılan en
ufak bir eleştiride eleştiri sahibinin yemediği laf kalmıyor. Hakkını
yemeyelim Türkiye'de Marksistlerin taviz vermediği bazı noktalar da var.
Mesela ne zaman birileri "Sosyalistim" dese illa ki biri çıkıp der ki
"Sosyalistim deme, olmaya çalışıyorum" de. Aman da aman ne önemli! İşte
böyle boş şeylerle uğraşıldığı için bir arpa boyu yol kat edemiyoruz
zaten. Laflarımın havanda su dövmek olduğunu biliyorum. Neler denildi,
ne emekler harcandı; ama bugüne değin pek bir şey değişmedi. Artık ben
de yıldım, teslim bayrağını çektim, siz bu burjuvaları sömürgenleri
değil ama mücadele etmek isteyen pek çok kişiyi pes ettirdiniz tebrik
ederim.
20 Şubat 2015 Cuma
T.C. (Tecavüz Cumhuriyeti)
Hani Erdoğan " Biz siyasiler ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz" dedi ya. Çok haklı. Gerçekten bu tecavüz ve cinayetlerde acaba siyasi iktidarın hiç rolü yok mu? Eylemde kemiği kırılan bir kadından bahsederken "Kadın mıdır kız mıdır bilemem"
diye konuşan, üstüne vazifeymiş gibi bir eylemcinin bekaretini
sorgulayan birinin kadına ne gözle baktığı zaten ortadadır. Hele hele
birine tutup da "Ananı al!" diyip anaya küfreden biri annelere saygıdan hiç bahsetmesin. Erdoğan, konuşurken sık sık "Ben annemin ayağının altını öperdim"
diyor. Kendisi tutup da annesinin ayağının altını öpen biri başkasının
anasına bu kadar rahat sövüyorsa o kişide anne sevgisi yoktur. Bunun adı
olsa olsa bencilliktir. Gözatındaki kadınlara tecavüz eden Sedat Selim
Ay terfi ettirilerek İstanbul
Emniyet Müdürlüğü ve Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünden sorumlu il
emniyet müdür yardımcısı olduğunda tartışmalar devam ediyorken kadınlara
karşı büyük bir saygı besleyen başbakanımız terfiyi savunup "Polisimi yedirtmem!"
demişti. Sedat Selim Ay, T.C. mahkemelerince işkenceden iki kez suçlu
bulundu. Yargıtay, "ceza eksik" deyip kararı bozunca zamanaşımından
kurtuldu. Ceza az deniyor karar bozuluyor ve suçlu hiçbir cezaya
çarptırılmıyor. AİHM Sedat Ay yüzünden Türkiye'yi
üç kere tazminat ödemeye mahkûm etti. İşte böyle rezalet bir terfi
yaşandı 2013 yazında. "Yahu tecavüzcü terfi ettirilir mi?" diyene de
Erdoğan insanın tüylerini diken diken edecek bir yanıt veriyor: "Polisimi yedirtmem!"
Kadınlara kaç çocuk doğuracağını söyleyip ertesi gün hapının (hapı
alanları fişlemek için) reçetesiz satışını yasaklayan bir hükümetin
kadına zerre kadar değer vermediğini anlamak için alim olmaya gerek yok.
Doğrusu bir ülkenin başbakanının bu şekilde davranması da bazı
kadınların ona oy verip onu alkışlaması da insanın tüylerini diken diken
ediyor.
Sana ne buyrulur "şeyini şeyettiğimin şeyi" Arınç? "Kadın iffetli olacak, kahkaha atmayacak" öyle mi? Kimbilir belki de bu tecavüze uğrayan tüm kadınlar yolda kahkaha atmıştır. Yapılan bin bir türlü rezillikle, sayısız kepazeliklerle Kadınlarda kahkaha atacak hal mi bıraktınız ki? Bir kadın tuttu internet sansürünüzü eleştirdi hiç utanmadan sıkılmadan kalkıp kızın yaşındaki kadın için "Sayın Boyner ve düşüncesindekiler iktidara gelirse her şeyi, porno sitelerini de şiddet yayanları da öldürme tarifleri yapanları da serbest bırakabilirler'' dedin. Kadına bakışınız bu denli tuhafsa "özgürlük" diyince aklınıza hemen "porno" geliyorsa sağa sola kılçık atarken arada dönüp kendinize de bakmalısınız.
Bırakalım kadınlarla ilgili tutumlarını Erdoğan kendisine yönelik en ufak bir eleştiride bangır bangır bağırıyor, hakaretler yağdırıyor. Eleştiriyi yapanı korumalarına dövdürüyor hatta bazen korumalarına arkasını dayayıp kendi de dövüyor; ama bu çok korkakça bir davranış. Adam dövmenin bile bir haysiyeti vardır. (Soma'yı hatırlayın) Gazete patronunu arayıp gazeteciyi işinden kovduruyor, TÜSİAD'a açıktan cephe aldığını, Merkez Bankası'na nasıl saldırdığını da gördük. Bu nedir biliyor musunuz? Bu karısının kendisine yönelik en ufak bir eleştirisinde kadını döve döve hastanelik eden ya da bıçaklayan kocanın tepkilerinden farksızdır. Erdoğan, kadına şiddet uygulayan karısını döven, bıçaklayan kocaların yaptığını yapıyor. Kendisi istediğini söylesin bu yaptıkları durumun ne olduğunu gösteriyor. Zaten AKP reklamları demiyor muydu "Ben lafa değil icraate bakarım" diye? Gelin biraz daha icraate bakalım. AKP 2002 yılında iktidara geldi ve 2002'de 66 kadın cinayeti kayıtlara geçmişti. Bu rakam 5 yıl sonra 2007'de 1011'e ulaştı.[1] Kadın cinayetleri 5 yılda % 1531(Yüzde bin beş yüz) artış gösteriyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.
"Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre; 2006'da 528, 2007'de 473, 2008'de 577, 2009'da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.
2005?2010 yılları arasında, 100 binin üzerinde kadın cinsel saldırı sonucunda mağdur olmuştur. Mağdur kadınların yüzde 40'ı hiç şikâyetçi olmamıştır. Kadınların korktukları için şikâyetçi olamadıkları da istatistiklere geçen bilgiler arasındadır. Şikâyetçi olmayan mağdur kadınların oranını yüzde 40 olarak tahmin ediliyor ki, bu oranı göz önüne alırsak yukarıda ki (TÜİK.) istatistiksel verilerinin ancak gerçeğin yarısını ortaya koyduğunu göstermektedir."[2]
Nabi Avcı dün gayet rahat şu sözleri sarf etmiş: "Biz zaten eğitim müfredatında yaptığımız düzenlemelerle özellikle şiddet konusunda, cinsiyet eşitsizliği konusunda, demokratik eğitim konusunda, farklı görüşlere, tutumlara hoş görüyle yaklaşma konusunda gerekli düzenlemeleri yapıyoruz." Aman ne güzel! Avcı'ya hatırlatırım sizin seçim sloganınızdı: "Ben lafa değil icraate bakarım!" Hüseyin Çelik, dekoltesi yüzünden kadın sunucuyu işten kovdurur, Bülent Arınç içki yasağından internet sansürüne kadar her konuda lafı dönüp dolaştırıp sekse getirir, kesmez hızını alamaz başkasının karılarına kızlarına (Boyner'e yaptığı gibi) sözlü cinsel tacizde bulunur. Sonra? Sonra da dağa taşa afiş yapıştırırsınız "Kadına şiddete hayır!" diye "Tecavüz insanlık suçudur!" diye. İşte muhafazakarlaşıp bir şeriata doğru evrilmenin doğal sonucu budur. Halen AKP peşinden koşanlara diyecek tek laf var: Sandığa giderken kendini, karını, kızını, bacını, ananı düşün!
Bir düşünün, tecavüze uğrayan delilleri yok etmemek için duş almayacak, elbiselerini hemen bir torbanın içine koyacak, gidip bir sürü erkek polise tecavüze uğradığını söyleyecek, muayeneye yollanacak, tecavüz travmasını yaşarken çırılçıplak soyulup muayene edilecek, sorulan sorularla yarası bin kez daha deşilecek, savcılığa dilekçe verecek. Hukuki süreç başlarsa davalara gidecek. Mahkemede olayı defalarca kez anlatacak, ve bu travmayı sayısız kez tekrar tekrar yaşayacak. Gazeteler adını soy adını yazıp, boy boy resimlerini yayımlayıp insan içine çıkamaz hale getirecek. Mahkeme yıllarca sürecek ve sanıklar sonunda büyük ihtimalle beraat edecek. Tecavüze uğrayan bir de üstüne mahkeme masraflarını ödeyecek.
Fethiye'de bir kadın 2007'de 8 erkeğin tecavüzüne uğradığını söyleyerek şikayetçi oldu. Tam beş yıl mahkemelerde kadının yarası tekrar tekrar deşildi olay tekrar tekrar anlattırıldı. Beş yıl sonra 2012'de tüm sanıklar beraat etti. Kadın tecavüze uğramadığı halde iftira atmış ve yıllarca kendi kendine bu işkenceyi yaşatmış. Öylesine tecavüze uğradığını söylemiş, öylesine yıllarca mahkemelerde sürünmüş, öylesine kendi kendine işkence etmiş. Oysa AİHM ne diyor: "Tüm çabalara rağmen yeterli delil toplanamazsa mağdurun beyanı esastır." [3]İşte suçlular değil de mağdur cezalandırılırsa olacağı bu. Toplumsal algıda ve muhafazakar bakış açısında sanık olan, suçlu olan tecavüz eden değildir, suçlu mağdurdur. Her ne kadar tecavüzcü sanık sandalyesine otursa da toplum muhafazakar ahlakıyla mağduru sanık sandalyesine oturtur. Kimsenin yüzüne bakamayan, hatta evinden semtinden taşınmak zorunda kalan tecavüzcü değil mağdurdur. Mağduru sanık sandalyesine oturtanlara: Tüküreyim ahlakınıza da, namusunuza da, temiz(!) vicdanınıza da!
Sana ne buyrulur "şeyini şeyettiğimin şeyi" Arınç? "Kadın iffetli olacak, kahkaha atmayacak" öyle mi? Kimbilir belki de bu tecavüze uğrayan tüm kadınlar yolda kahkaha atmıştır. Yapılan bin bir türlü rezillikle, sayısız kepazeliklerle Kadınlarda kahkaha atacak hal mi bıraktınız ki? Bir kadın tuttu internet sansürünüzü eleştirdi hiç utanmadan sıkılmadan kalkıp kızın yaşındaki kadın için "Sayın Boyner ve düşüncesindekiler iktidara gelirse her şeyi, porno sitelerini de şiddet yayanları da öldürme tarifleri yapanları da serbest bırakabilirler'' dedin. Kadına bakışınız bu denli tuhafsa "özgürlük" diyince aklınıza hemen "porno" geliyorsa sağa sola kılçık atarken arada dönüp kendinize de bakmalısınız.
Bırakalım kadınlarla ilgili tutumlarını Erdoğan kendisine yönelik en ufak bir eleştiride bangır bangır bağırıyor, hakaretler yağdırıyor. Eleştiriyi yapanı korumalarına dövdürüyor hatta bazen korumalarına arkasını dayayıp kendi de dövüyor; ama bu çok korkakça bir davranış. Adam dövmenin bile bir haysiyeti vardır. (Soma'yı hatırlayın) Gazete patronunu arayıp gazeteciyi işinden kovduruyor, TÜSİAD'a açıktan cephe aldığını, Merkez Bankası'na nasıl saldırdığını da gördük. Bu nedir biliyor musunuz? Bu karısının kendisine yönelik en ufak bir eleştirisinde kadını döve döve hastanelik eden ya da bıçaklayan kocanın tepkilerinden farksızdır. Erdoğan, kadına şiddet uygulayan karısını döven, bıçaklayan kocaların yaptığını yapıyor. Kendisi istediğini söylesin bu yaptıkları durumun ne olduğunu gösteriyor. Zaten AKP reklamları demiyor muydu "Ben lafa değil icraate bakarım" diye? Gelin biraz daha icraate bakalım. AKP 2002 yılında iktidara geldi ve 2002'de 66 kadın cinayeti kayıtlara geçmişti. Bu rakam 5 yıl sonra 2007'de 1011'e ulaştı.[1] Kadın cinayetleri 5 yılda % 1531(Yüzde bin beş yüz) artış gösteriyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.
"Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre; 2006'da 528, 2007'de 473, 2008'de 577, 2009'da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.
2005?2010 yılları arasında, 100 binin üzerinde kadın cinsel saldırı sonucunda mağdur olmuştur. Mağdur kadınların yüzde 40'ı hiç şikâyetçi olmamıştır. Kadınların korktukları için şikâyetçi olamadıkları da istatistiklere geçen bilgiler arasındadır. Şikâyetçi olmayan mağdur kadınların oranını yüzde 40 olarak tahmin ediliyor ki, bu oranı göz önüne alırsak yukarıda ki (TÜİK.) istatistiksel verilerinin ancak gerçeğin yarısını ortaya koyduğunu göstermektedir."[2]
Nabi Avcı dün gayet rahat şu sözleri sarf etmiş: "Biz zaten eğitim müfredatında yaptığımız düzenlemelerle özellikle şiddet konusunda, cinsiyet eşitsizliği konusunda, demokratik eğitim konusunda, farklı görüşlere, tutumlara hoş görüyle yaklaşma konusunda gerekli düzenlemeleri yapıyoruz." Aman ne güzel! Avcı'ya hatırlatırım sizin seçim sloganınızdı: "Ben lafa değil icraate bakarım!" Hüseyin Çelik, dekoltesi yüzünden kadın sunucuyu işten kovdurur, Bülent Arınç içki yasağından internet sansürüne kadar her konuda lafı dönüp dolaştırıp sekse getirir, kesmez hızını alamaz başkasının karılarına kızlarına (Boyner'e yaptığı gibi) sözlü cinsel tacizde bulunur. Sonra? Sonra da dağa taşa afiş yapıştırırsınız "Kadına şiddete hayır!" diye "Tecavüz insanlık suçudur!" diye. İşte muhafazakarlaşıp bir şeriata doğru evrilmenin doğal sonucu budur. Halen AKP peşinden koşanlara diyecek tek laf var: Sandığa giderken kendini, karını, kızını, bacını, ananı düşün!
Bir düşünün, tecavüze uğrayan delilleri yok etmemek için duş almayacak, elbiselerini hemen bir torbanın içine koyacak, gidip bir sürü erkek polise tecavüze uğradığını söyleyecek, muayeneye yollanacak, tecavüz travmasını yaşarken çırılçıplak soyulup muayene edilecek, sorulan sorularla yarası bin kez daha deşilecek, savcılığa dilekçe verecek. Hukuki süreç başlarsa davalara gidecek. Mahkemede olayı defalarca kez anlatacak, ve bu travmayı sayısız kez tekrar tekrar yaşayacak. Gazeteler adını soy adını yazıp, boy boy resimlerini yayımlayıp insan içine çıkamaz hale getirecek. Mahkeme yıllarca sürecek ve sanıklar sonunda büyük ihtimalle beraat edecek. Tecavüze uğrayan bir de üstüne mahkeme masraflarını ödeyecek.
Fethiye'de bir kadın 2007'de 8 erkeğin tecavüzüne uğradığını söyleyerek şikayetçi oldu. Tam beş yıl mahkemelerde kadının yarası tekrar tekrar deşildi olay tekrar tekrar anlattırıldı. Beş yıl sonra 2012'de tüm sanıklar beraat etti. Kadın tecavüze uğramadığı halde iftira atmış ve yıllarca kendi kendine bu işkenceyi yaşatmış. Öylesine tecavüze uğradığını söylemiş, öylesine yıllarca mahkemelerde sürünmüş, öylesine kendi kendine işkence etmiş. Oysa AİHM ne diyor: "Tüm çabalara rağmen yeterli delil toplanamazsa mağdurun beyanı esastır." [3]İşte suçlular değil de mağdur cezalandırılırsa olacağı bu. Toplumsal algıda ve muhafazakar bakış açısında sanık olan, suçlu olan tecavüz eden değildir, suçlu mağdurdur. Her ne kadar tecavüzcü sanık sandalyesine otursa da toplum muhafazakar ahlakıyla mağduru sanık sandalyesine oturtur. Kimsenin yüzüne bakamayan, hatta evinden semtinden taşınmak zorunda kalan tecavüzcü değil mağdurdur. Mağduru sanık sandalyesine oturtanlara: Tüküreyim ahlakınıza da, namusunuza da, temiz(!) vicdanınıza da!
[1] http://www.antoloji.com/turkiye-de-kadina-yonelik-siddet-olaylarina-rakamlarin-diliyle-bakis-siiri/
[2] http://www.antoloji.com/turkiye-de-kadina-yonelik-siddet-olaylarina-rakamlarin-diliyle-bakis-siiri/
[3] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar_ogunc/pardon_fethiyede_de_tecavuz_yasanmamis-1086455
Erdoğan, kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu!
Geçtiğimiz günlerde ABD'nin Kuzey Carolina eyaletinde üç Müslüman öğrenci öldürüldü. Erdoğan bugün Meksika'da ABD Başkanı Barack Obama'yı
eleştirdi. Öncelikle şunu söylemek gerek ki Erdoğan'ın zaten ABD ile
arası bozuk. Gülen ABD'de ikamet ediyor ve ABD'den izin almadan AKP'nin
yaptıklarını saçıp dökecek bir 17 Aralık Operasyonu yapamaz. Zaten
Erdoğan Gülen'i istiyor ABD vermiyor çünkü Gülen her şeyi ABD'nin
icazetiyle yaptı. Erdoğan da ABD'de artık eski popülaritesi olmadığını
biliyor. Zaten ABD ile arası bozuk, bunu bile değerlendirip adeta
sinekten yağ çıkarmanın peşinde. Zaten ABD ile arası limoni olan
Erdoğan'ın üç genç için Obama'ya "Neredesin?" demesi tamamen iç
politikaya dönük bir aldatmaca. Erdoğan samimi değil, tribünlere
oynuyor. Öldürülen bu üç genci seçim malzemesi olarak kullanıyor. Neden
mi? Hemen açıklayayım. 2003'te ABD askerleri Bağdat'ta onbinlerce
Müslüman'ı katlederken Erdoğan ağzını açmamışt. Bir dakika ağzını
açmıştı ya. Açmıştı açmasına da ağzından neler çıkmıştı hatırlayabiliyor
musunuz? Ben hatırlıyorum. Erdoğan demişti ki: "ABD'nin Irak'ta savaşan
kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan
en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız." [1]
Sen tut ABD binlerce Müslüman'ı katlederken szin için duacıyız, de.
Sonra da üç kişi ölünce birden hasasaslığın tutsun, doğrusu çok ilginç.
Erdoğan, sen bu öldürülen üç genci oy avcılığı için seçim malzemesi
yapmaya hiç utanmıyor musun? Az da olsa utanmıyor musun?
Erdoğan konuşmasının devamında bakın neler söyledi. Öyle laflar etti öyle bir cümle kurdu ki. Kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu desem yeridir. Ölen üç kişi için ABD başkanına seslenen Erdoğan: " Ben Sayın Obama'ya sesleniyorum, 'Neredesin Başkan' diyorum" dedi. Doğrusu Erdoğan çok hassas, dünyanın öbür ucunda ölen üç Müslüman için büyük bir duyarlılık gösteriyor. İyi hoş da Aralık 2011'de Uludere yakınlarında Türk Hava Kuvvetleri'nin, F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Müslüman ölmüştü. Yani ABD'de ölenlerin 10 katından fazlası burada Erdoğan'ın burnunun dibinde öldü. Erdoğan olayın takipçisi olmak yerine olayı örtbas etti, katilleri korudu. Eğer samimiysen Erdoğan, üç yıldır sen neredesin?
Sonrasında Erdoğan ne dedi biliyor musunuz: "Biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz." İşte bu sözleriyle Erdoğan, kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu. Demek ki Uludere'den de, Kobane eylemlerinde ölen kırk civarında Müslümanın ölümünden de, Gezi Parkı protestoları sonucu ölen 10 Müslüman gencin cinayetinden de Erdoğan sorumlu. Bakınız Erdoğan konuşmanın devamında ne diyor: "Halk size oylarını verirken 'Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın' diye veriyor." Evet, çok doğru Erdoğan'ın bu cümleyi tam da Yılmaz Koçyılmaz'ın ölümünden sonra söylüyor. Muhalefet Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunmuyor ama Erdoğan, resmen kendi kendini ihbar ediyor. Kendi hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Üç muhalefet partisi de uyuyor. Yahu bu suç duyurusunu sizin yapmanız gerekmiyor mu? Ben sizin gibi muhalefete artık ne diyeyim? Sizin gibi muhalefetin ağzına turunç sıkayım e mi! Allah sizi bildiği gibi etsin!
Erdoğan konuşmasının devamında bakın neler söyledi. Öyle laflar etti öyle bir cümle kurdu ki. Kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu desem yeridir. Ölen üç kişi için ABD başkanına seslenen Erdoğan: " Ben Sayın Obama'ya sesleniyorum, 'Neredesin Başkan' diyorum" dedi. Doğrusu Erdoğan çok hassas, dünyanın öbür ucunda ölen üç Müslüman için büyük bir duyarlılık gösteriyor. İyi hoş da Aralık 2011'de Uludere yakınlarında Türk Hava Kuvvetleri'nin, F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Müslüman ölmüştü. Yani ABD'de ölenlerin 10 katından fazlası burada Erdoğan'ın burnunun dibinde öldü. Erdoğan olayın takipçisi olmak yerine olayı örtbas etti, katilleri korudu. Eğer samimiysen Erdoğan, üç yıldır sen neredesin?
Sonrasında Erdoğan ne dedi biliyor musunuz: "Biz siyasiler, ülkemizde işlenen cinayetlerden sorumluyuz." İşte bu sözleriyle Erdoğan, kendi kendini ihbar etti. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulundu. Demek ki Uludere'den de, Kobane eylemlerinde ölen kırk civarında Müslümanın ölümünden de, Gezi Parkı protestoları sonucu ölen 10 Müslüman gencin cinayetinden de Erdoğan sorumlu. Bakınız Erdoğan konuşmanın devamında ne diyor: "Halk size oylarını verirken 'Benim can güvenliğimi, mal güvenliğimi sağlayacaksın' diye veriyor." Evet, çok doğru Erdoğan'ın bu cümleyi tam da Yılmaz Koçyılmaz'ın ölümünden sonra söylüyor. Muhalefet Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunmuyor ama Erdoğan, resmen kendi kendini ihbar ediyor. Kendi hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Üç muhalefet partisi de uyuyor. Yahu bu suç duyurusunu sizin yapmanız gerekmiyor mu? Ben sizin gibi muhalefete artık ne diyeyim? Sizin gibi muhalefetin ağzına turunç sıkayım e mi! Allah sizi bildiği gibi etsin!
Algı yönetimi (P. R.)
Geçen yaz İsrail'in
bir ay kadar süren saldırılarında 1.500 Filistinli Müslüman öldü.
Tekrar ediyorum bir ayda 1.500. Kesinlikle vahşetti, kabul edilemezdi.
İslam dünyası ayağa kalktı, nümayişler yapıldı. Olması gereken de buydu,
buraya kadar bir anormallik yok. Geride bıraktığımız
ocak ayı içinde ise Nijerya Baga'da Boko Haram denen örgüt ne yaptı
söyleyeyim mi? 2000 kişiyi tek bir saldırıda katletti. Yalnız bu 2000
bir aylık toplam sayı değil. Sadece tek bir saldırı sonucu Baga'da 2000
Müslüman öldürüldü. İslam aleminden çıt çıkmadı. Şimdi Afrika'yı bırakıp
biraz yukarı çıkalım. Ortadoğu'da
İŞİD'in öldürdüklerini artık sayamıyoruz. İŞİD'in birkaç yılda
öldürdüğü Müslüman sayısı İsrail'in öldürdüklerini üçe beşe değil
yirmiye otuza katlar. Ayrıca İsrail mermiyle, bombayla öldürüyor. İŞİD
bıçakla kafa kesiyor, diri diri yakıyor. En insanlık dışı, en aşağılık
işkencelerle öldürüyor. Gel gör ki yine Müslümanlardan ses yok. Algı
yönetimi nedir, PR (Public Relations) nedir? Algı yönetimi işte budur.
Bunun tanımını yapmak yerine yukarıdaki örneği verdim. Öyle sanıyorum ki
algı yönetimini hiçbir tanım yukardaki örnek kadar iyi açıklayamaz.
Şimdi eğer bilmeyen varsa "algı yönetimi"nin ne olduğunu sanırım
anlamıştır.
Tekrar ediyorum kesinlikle İsrail'i savunmak gibi bir niyetim yok. Mesele insanların ölmesi mi yoksa kimin öldürdüğü mü? Öyle görünüyor ki mesele masum insanların ölümü değil; mesele insanları kimin öldürdüğü. İslam alemi artık kendine bir çeki düzen vermeli, Yahudi ve Hristiyan katillere gösterdiği tepkiyi Müslüman katillere de göstermeli. Gazze'de öldürülen Sünni Müslümanlar için hissettiği duyguları Suriye'de öldürülen Nusayrıler, Ezidiler; Irak'taki Şiiler için de hissetmeli. İsrail Gazze'ye bomba attığında hissettikleriyle El Qaide'nin Londra metrosuna yaptığı bombalı saldırı sonucu hissettikleri farklı olan varsa naçizane tavsiyem şöyle bir kendini yoklasın.
Tekrar ediyorum kesinlikle İsrail'i savunmak gibi bir niyetim yok. Mesele insanların ölmesi mi yoksa kimin öldürdüğü mü? Öyle görünüyor ki mesele masum insanların ölümü değil; mesele insanları kimin öldürdüğü. İslam alemi artık kendine bir çeki düzen vermeli, Yahudi ve Hristiyan katillere gösterdiği tepkiyi Müslüman katillere de göstermeli. Gazze'de öldürülen Sünni Müslümanlar için hissettiği duyguları Suriye'de öldürülen Nusayrıler, Ezidiler; Irak'taki Şiiler için de hissetmeli. İsrail Gazze'ye bomba attığında hissettikleriyle El Qaide'nin Londra metrosuna yaptığı bombalı saldırı sonucu hissettikleri farklı olan varsa naçizane tavsiyem şöyle bir kendini yoklasın.
QIN SHI HUANG DI
Milattan önceki yıllarda Çin'de siyasi birlik yoktu. Başlangıçta
birbirinden bağımsız çok sayıda küçük beylik vardı. Daha sonra bunlar
savaşa savaşa birbirini ilhak ede ede yedi güçlü beylik ayakta kaldı. Bu
beyliklerden birinin adı Çin'di. Burda M.Ö. 247'de tahta 13 yaşında bir
prens oturdu.[1]
Bu prens Ying Zheng'ti. Bir süre sonra Ying Zheng diğer tüm beylikleri
ilhak ederek Çinlileri tek bayrak altında topladı. Bu bir ilkti, ilk
defa birileri tüm Çin'i bir araya getirip birliği sağlamıştı. Bundan
dolayı kendisine "Çin'in İlk İmparatoru" anlamına gelen bir unvan
veriliyor: "Qin Shi Huang Di" (Çin Şi Huanğ Di şeklinde okunur)
İlk imparator Çin'in yazısını, devlet yönetimini, eğitimini, hukukunu ve ölçü birimlerini standartlaştırdı. Güçlü bir merkezi yönetim kurdu.[2] Sadece güçlü bir merkezi yönetim kurmakla da kalmıyor, imparator adeta herkes kendi gibi düşünsün istiyordu. Düşüncelerine, fikirlerine karşı çıkan ya da ufak bir muhalefette bulunan olursa onu direkt olarak öldürtüyordu. Diktatör ve öldürtmek diyince aklıma geldi de. Güzel yurdumda diktatörlükle itham edilen birileri "Ben diktatör olsam seni sallandırırdım" gibisinden tuhaf laflar ediyor. Bu lafı eden de bunu bu diktatörden 22 asır sonra yapılıyor. 2.200 yıl öncesinde yaşasaydık bu mümkündü, bir diktatör canının istediğini öldürtürdü; ama 2010'larda hem de Avrupa'nın burnunun dibinde hiçbir diktatör kimseyi öyle canının istediği gibi sallandıramaz. Bu sözü söyleyen de sadece yapamadığı arzusunu ortaya koyan bir diktatördür. Diktatör olmadığını söylemeye çalışırken diktatör olduğunu adeta belgeleyen birini de ancak tebrik edebilirim. Biz yine Qin Shi Huang Di'ye dönelim.
Geçmişe dair araştırmaları, kendisinden önceki dönemleri merak etmeyi bile yasaklayan İmparator Qin Shi Huang Di, kendinden önce yazılan tüm kitapları yaktırıyor. Bu icraat İskenderiye Kütüphanesi'ndeki kitapların Hz. Ömer tarafından yaktırılmasından sonra tarihin en büyük bilgi katliamıdır. Qin Shi Huang Di kendinden önce yazılan bu kitapları koruyan ya da bulundurana raslarsa da onu öldürtüyor. Hatta bu kitap düşmanı, zalim diktatör: "Şangay'da atılan okla Pekin'de yazılan yazıların bir farkı yoktur!" diye bir söz bile söylemiştir. Çin'in ilk imparatorunun Çin'de kurduğu yönetim bizde birbirine düşman iki vesayet rejiminin ikisine de çok çok benziyor. Bizde aslında birbirinden fazla farkı olmayan iki vesayet de aynı Shi Huang Di gibi kendinden öncekiyle hesaplaşmanın derdine düştü, muhalefeti baskı altına aldı, kitapları yasakladı. Bununla beraber her iki vesayetin şakşakçıları da kendi taraflarının diğerinden çok farklı olduğunu iddia ederler. Varsın etsinler. "Görünen köy kılavuz istemez"
Tarihte hiçbir tiranın hiçbir diktatörün "Ben, zalim bir diktatörüm" dediği vaki değildir. Zalim tiran Qin Shi Huang Di de böyle bir şey dememiş. Tam tersine Çin halkına yaptığı konuşmalarda "Efendiniz değil hizmetkârınızım" diyormuş sürekli. Yaptığı sansürün de halkın iyiliği için olduğunu söylermiş. Kendisine yapılan muhalefete tahammülü olmadığını itiraf edecek değil tabii.
Pek çok narsistik ruh hastası öldükten sonra da hatırlanmak asla unutulmamak ister. Bu nedenle narsist liderler görkemli yapılar yaptırmanın derdine düşmüşlerdir. Mesela bir diktatör çıkar kendinden önceki liderlerin rahatça sığdığı saraya sığamaz ve kalkar halkın parasıyla kendine yeni, görkemli, pahalı bir saray yaptırır. Qin Shi Huang Di de hem Çin Seddi'ni yaptırmış hem de daha sağlığında kendisine eşsiz bir mezar yaptırmaya başlamış. İkisinin de yapımında sayısız insan çalışmış ve çok sayıda kişi ölmüştür. Bu da hem insan gücü hem mali kaynaklar açısından inanılmaz bir israf anlamına gelir. Ama bu israf önemli değildir. Önemli olan şey hatırlanmaktır, bu semboller tiranın ölümünden sonra da kalacak ve insanlara onu hatırlatacaktır. Narsistlik işte böyle bir illettir. Narsist insanlar işte böyle bencil ve gaddardır. Hayırdır inşallah, bu zalim tiranın bir iki kişiye acayip bir benzerliği var ama kimlere benzediğini bir türlü çıkaramıyorum. Shi Huang Diler hep vardılar zaten, bunlar Çin'de Huang, İtalya'da Duce, Almanya'da Führer oldular. 22 asır sonra bugün öldüremiyorlar, evet güçleri yetmediğinden öldüremiyorlar; ama bugünün Huangları eskisi kadar gaddar. Bugünküler de kitap düşmanı, kitabı daha basılmadan yasaklıyor, yazarını içeri attırıyor, gazeteciyi bir telefonla işinden kovduruyor, kendine uşaklık eden hırsızları koruyup kolluyor, bir yandan kendi de deveyi hamuduyla götürüyor.
Bugünün Huang'ına bir diyeceğim yok; ama bugünün tebaasına diyeceğim çok şey var. Haydi 22 asır öncekiler bir şey bilmiyor, baştakini kutsal belliyor ve onun peşinden gidiyordu. O zamanlar radyo, TV, internet yoktu. Kitap böyle bol ve ucuz, (hatta bazen ücretsiz) erişilebilir değildi. Haydi bunlara erişemeyeni yine anlarım da bugünün üniversite görmüş tebaası bugünkü Huanglara nasıl tapıyor, onların nasıl bir yerinin kılı oluyor ben işte bunu anlayamıyorum.
İlk imparator Çin'in yazısını, devlet yönetimini, eğitimini, hukukunu ve ölçü birimlerini standartlaştırdı. Güçlü bir merkezi yönetim kurdu.[2] Sadece güçlü bir merkezi yönetim kurmakla da kalmıyor, imparator adeta herkes kendi gibi düşünsün istiyordu. Düşüncelerine, fikirlerine karşı çıkan ya da ufak bir muhalefette bulunan olursa onu direkt olarak öldürtüyordu. Diktatör ve öldürtmek diyince aklıma geldi de. Güzel yurdumda diktatörlükle itham edilen birileri "Ben diktatör olsam seni sallandırırdım" gibisinden tuhaf laflar ediyor. Bu lafı eden de bunu bu diktatörden 22 asır sonra yapılıyor. 2.200 yıl öncesinde yaşasaydık bu mümkündü, bir diktatör canının istediğini öldürtürdü; ama 2010'larda hem de Avrupa'nın burnunun dibinde hiçbir diktatör kimseyi öyle canının istediği gibi sallandıramaz. Bu sözü söyleyen de sadece yapamadığı arzusunu ortaya koyan bir diktatördür. Diktatör olmadığını söylemeye çalışırken diktatör olduğunu adeta belgeleyen birini de ancak tebrik edebilirim. Biz yine Qin Shi Huang Di'ye dönelim.
Geçmişe dair araştırmaları, kendisinden önceki dönemleri merak etmeyi bile yasaklayan İmparator Qin Shi Huang Di, kendinden önce yazılan tüm kitapları yaktırıyor. Bu icraat İskenderiye Kütüphanesi'ndeki kitapların Hz. Ömer tarafından yaktırılmasından sonra tarihin en büyük bilgi katliamıdır. Qin Shi Huang Di kendinden önce yazılan bu kitapları koruyan ya da bulundurana raslarsa da onu öldürtüyor. Hatta bu kitap düşmanı, zalim diktatör: "Şangay'da atılan okla Pekin'de yazılan yazıların bir farkı yoktur!" diye bir söz bile söylemiştir. Çin'in ilk imparatorunun Çin'de kurduğu yönetim bizde birbirine düşman iki vesayet rejiminin ikisine de çok çok benziyor. Bizde aslında birbirinden fazla farkı olmayan iki vesayet de aynı Shi Huang Di gibi kendinden öncekiyle hesaplaşmanın derdine düştü, muhalefeti baskı altına aldı, kitapları yasakladı. Bununla beraber her iki vesayetin şakşakçıları da kendi taraflarının diğerinden çok farklı olduğunu iddia ederler. Varsın etsinler. "Görünen köy kılavuz istemez"
Tarihte hiçbir tiranın hiçbir diktatörün "Ben, zalim bir diktatörüm" dediği vaki değildir. Zalim tiran Qin Shi Huang Di de böyle bir şey dememiş. Tam tersine Çin halkına yaptığı konuşmalarda "Efendiniz değil hizmetkârınızım" diyormuş sürekli. Yaptığı sansürün de halkın iyiliği için olduğunu söylermiş. Kendisine yapılan muhalefete tahammülü olmadığını itiraf edecek değil tabii.
Pek çok narsistik ruh hastası öldükten sonra da hatırlanmak asla unutulmamak ister. Bu nedenle narsist liderler görkemli yapılar yaptırmanın derdine düşmüşlerdir. Mesela bir diktatör çıkar kendinden önceki liderlerin rahatça sığdığı saraya sığamaz ve kalkar halkın parasıyla kendine yeni, görkemli, pahalı bir saray yaptırır. Qin Shi Huang Di de hem Çin Seddi'ni yaptırmış hem de daha sağlığında kendisine eşsiz bir mezar yaptırmaya başlamış. İkisinin de yapımında sayısız insan çalışmış ve çok sayıda kişi ölmüştür. Bu da hem insan gücü hem mali kaynaklar açısından inanılmaz bir israf anlamına gelir. Ama bu israf önemli değildir. Önemli olan şey hatırlanmaktır, bu semboller tiranın ölümünden sonra da kalacak ve insanlara onu hatırlatacaktır. Narsistlik işte böyle bir illettir. Narsist insanlar işte böyle bencil ve gaddardır. Hayırdır inşallah, bu zalim tiranın bir iki kişiye acayip bir benzerliği var ama kimlere benzediğini bir türlü çıkaramıyorum. Shi Huang Diler hep vardılar zaten, bunlar Çin'de Huang, İtalya'da Duce, Almanya'da Führer oldular. 22 asır sonra bugün öldüremiyorlar, evet güçleri yetmediğinden öldüremiyorlar; ama bugünün Huangları eskisi kadar gaddar. Bugünküler de kitap düşmanı, kitabı daha basılmadan yasaklıyor, yazarını içeri attırıyor, gazeteciyi bir telefonla işinden kovduruyor, kendine uşaklık eden hırsızları koruyup kolluyor, bir yandan kendi de deveyi hamuduyla götürüyor.
Bugünün Huang'ına bir diyeceğim yok; ama bugünün tebaasına diyeceğim çok şey var. Haydi 22 asır öncekiler bir şey bilmiyor, baştakini kutsal belliyor ve onun peşinden gidiyordu. O zamanlar radyo, TV, internet yoktu. Kitap böyle bol ve ucuz, (hatta bazen ücretsiz) erişilebilir değildi. Haydi bunlara erişemeyeni yine anlarım da bugünün üniversite görmüş tebaası bugünkü Huanglara nasıl tapıyor, onların nasıl bir yerinin kılı oluyor ben işte bunu anlayamıyorum.
[1] https://www.awesomestories.com/asset/view/YING-ZHENG-First-Emperor-of-China
[2] http://www.enchantedlearning.com/subjects/greatwall/Emperor.html
4 Şubat 2015 Çarşamba
İMPARATORUN İLERİ DEMOKRASİSİ
Söz gelimi birine “Sana tokat
atacağım” dedim ve bunu dedikten bir süre sonra gittim suratının ortasına
okkalı bir tokat patlattım. Bunu önceden söylemiş olmam yapılan eylemi suç
olmaktan çıkarır mı? Gerçekten merak ediyorum acaba “Bu durumda eylem suç olmaz;
çünkü sen bunu önceden söylemişsin” diyecek biri çıkar mı? Erdoğan tarafsızlık
yemini etmiş biri olarak, hiç de tarafsız davranmıyor. Bu durumu savunmaya
kalkanlar da ama o bunu önceden söylemişti, diyor. Evet, Erdoğan tarafsız
olmayacağını partili bir cumhurbaşkanı olacağını önceden söylemişti.
Söylemesine söylemişti de… Bu durumda Erdoğan’ın ana yasayı ayaklar altına
alması suç olmuyor mu? Bu nasıl bir mantık? Suç işleyeceğini, hukuku
çiğneyeceğini önceden söylersen suç işlememiş mi oluyorsun? Bir insanın suç
olan eylemi işleyeceğini önceden söylemesi eylemi suç olmaktan çıkarmaz; bu
durum iki şeyi gösterir: 1) O kişi suç işlediğinin bilincindedir. 2) O kişi
suçu hiç de utanmadan, adeta sağa sola ilan ederek işlemektedir.
Erdoğan, bir cumhurbaşkanı olarak
kalkıp AKP’ye oy istiyor, muhalefete Davutoğlu’ndan daha fazla yükleniyor…
Resmen anayasayı çiğniyor, kanunları ve hukuku hiçe sayıyor. Kimse de buna
karşı güçlü bir ses çıkaramıyor. Yani tuhaflıklar ülkesi Türkiye’de Erdoğan,
muhalefetin eline altın tepsi içinde müthiş bir argüman sunuyor. Adeta “Alın
beni bununla vurun!” diyor. Muhalefetse ses çıkarmıyor. Hani derler ya “Bazen
bir tarafın başarısı kendi zekası sayesinde değil de karşıdakinin noksanlığı
sayesinde olur.” Tam o hesap.
Erdoğan sanki bir başbakan gibi Bakanlar
Kurulu’nu topluyor… Evet, Bakanlar Kurulu’nu toplama yetkisi cumhurbaşkanına
verilmiş. Burası doğru ama bunun bu kadar keyfi yapıldığına şahit olan var mı?
Bu olağanüstü durumlar için verilmiş bir yetki (ya da hak). Bugüne kadar hangi
cumhurbaşkanı canı öyle istiyor diye Bakanlar Kurulu’nu topladı? Zaten şu
dünyanın üstünde kaç cumhurbaşkanı vardır ki kaçak bir yapıda otursun ve
mahkeme kararına rağmen “Gücünüz yetiyorsa gelin yıkın” diye hukuk kurallarına
meydan okusun? Bir AB ülkesinin, söz gelimi Almanya’nın, Fransa’nın başbakanı
ya da cumhurbaşkanı mahkeme kararını uygulatmasın “Gücünüz yetiyorsa yapın”
desin bakalım o koltukta kaç gün daha oturabilecek. Her şeyden önce parti
tutmadan önce, birinin peşine takılmaktan önce her şeyden önce hukukun
üstünlüğünü ve yasalara herkesin uyması gerektiğini içselleştiremedikten sonra
demokratlık taslamanın bir alemi yok.
Hani bir masal var. İmparatorun
biri kendisine çok güzel çok görkemli bir elbise diktirmek ister ve bir
terziyle anlaşır. Terzi hükümdara size sihirli bir elbise dikeceğim bu elbiseyi
sadece aptallar göremeyecek, der. Sonunda boş tezgahlarda günlerce havayı dikip
biçen terzi imparatora sadece aptalların göremediği o müthiş elbiseyi diker.
Elbiseyi ne imparator görür ne de maiyetindekiler. Bununla beraber hiçbiri de
aptal olmayı kendine yediremediğinden hepsi karşısında çok güzel bir elbise
varmış gibi davranır. Sonunda o müthiş gün gelir İmparator o güzel elbisesiyle
halkın karşısına çıkar. İmparator halkın içinde dallı budaklı vaziyette
dolaşırken kimse ağzını açamaz. Ta ki imparatordan ne korkusu ne de çıkarı
olmayan bir çocuk çıkıp bağırana dek: “İmparator çıplak! İmparator çıplak!”
Evet herkes elbiseden bahsediyordu ama ortada elbise falan yoktu.
İnsanların futbol takımı tutar
gibi parti tuttuğu bir ülkede istediğin kadar ortaya sandık koyo bilinç
yerleşmedikten sonra ortada demokrasi falan yoktur. Bazılarının suç işleme
özgürlüğü varsa, hukuk karşısında insanlar eşit değilse ortada demokrasi
yoktur. Hırsızlık yapmak suç değil de “Hırsız var!” demek suçsa ortada
demokrasi yoktur. Polis canının istediğini istediği gibi dinliyor, gözaltına
alıyor, üzrini arıyorsa ortada demokrasi falan yoktur. Ağrıda oylar yirmi kez
sayılıyor ama Ankara’da bir kez bile sayılmıyorsa ortada demokrasi yoktur.
Seçim gecesi bilmem kaç yerin elektriği kesiliyorsa ortada demokrasi falan
yoktur. Sizin ileri demokrasi dediğiniz şey imparatorun yeni elbisesi olabilir
ancak; karşımızda tüm çıplaklığıyla faşizm duruyor.
YA BEN YERİM YA DA ÖCÜLER YER SENİ!
İç Güvenlik Paketi dedikleri
düzenleme bu hafta görüşülecek. Neymiş bu güvenlik paketi? Aslında bu paket hazırlanmadan evvel insanlar
zaten kıvama getirilmişti. Paralel yapı, darbeciler, Ergenekoncular ve bilimum öcüler
yaratılıp bunlara inanabilecek denli saf halkın içine güzel güzel vesvese
verildikten sonra sıra geldi bu öcüleri bahane ederek alınacak tedbirlere. Bu
tuhaf düzenlemeyle polisler savcı yapılacak. Evet, yanlış duymadınız şu
milletin üstüne biber gazını haşarat ilaçlar gibi sıkanlar, yasal bir
protestoda suçsuz günahsız Ali İsmail’i kafasını tekmeleyerek öldürenler,
Ethem’in kafasına yakın mesafeden nişan alıp tetiği çekenler, Berkin’in
kafasına nişan alıp gaz fişeğini fırlatıp Berkin’i öldürenler, Güneydoğu’da 15
yaş altı çocukları katledenlere savcı yetkisi verilecek.
Bugün gözaltı kararını Cumhuriyet
savcısı alıyor; polis birini gözaltına alırsa bunu savcıya bildirmek zorunda.
Gel gelelim yapılacak düzenlemede polis birini gözaltına alırsa o kişiyi hangi
gerekçeyle gözaltına aldığını yirmi dört saat boyunca savcıya söylemeyecek. 24
saat o kişiyi gözaltında tuttuktan sonra bunu savcıya bildirecek. Bu süre toplu
olaylarda 48 saate kadar çıkabilecek. Bu yetkiyi kullanacak polisleri de vali
belirleyecek. Vali kimin valisi, polis kimin polisi oraya hiç girmiyorum zaten.
Polise savcı yetkisi veriliyor hayırlı olsun. Zaten polis zaman zaman kendini
yargıç yerine koyup yasalarda olmamasına rağmen adama idam cezası kesebiliyor.
Şimdi de devlet polise savcı yetkisini yasal olarak veriyor.
17 Aralık rezaletini
hatırlayalım. Bakan oğlu tutuklanırken koparılan kıyametleri, Erdoğan’ın
günlerce oğlunu ısrarla ifade vermekten kaçırmasını (kaç gün sonra gönderdi),
çıkan ses kayıtlarını, Erdoğan’ın hemen aynı gün sürekli “Anlamadım bıbıcım”
diyen oğluna güvenemeyerek kardeşini oğlunun yanına göndermesini, sıfırlama
trafiğini iyi bir hatırlayalım. Bir Anglosakson atasözü vardır: “Bok
vantilatöre çarptı.” Derler. Hakikaten çalışır durumdaki bir vantilatöre bok
çarparsa vantilatörün hzla dönen kanatları boku sağa sola, yukarıya aşağıya
savurup her yana yayar ve ortalığı bok götürür. İşte 17 Aralık’ta da bok
vantilatöre çarptı. Buna rağmen tapelere, kanıtlara, balya balya paralara,
ayakkabı kutularına, çelik kasalara rağmen gözaltılar karşısında nasıl
kıyametler koparıldı. Üstelik o gözaltıların kararını polisler değil savcılar
vermişti.
Acil durumlarda polis mahkeme
kararı olmadan istediği herhangi bir telefonu 48 saat dinleyebilecek. Pardon
herhangi bir telefon değil Tayyip’in telefonunu dinleyemeyecek ama başka
herkesin telefonunu dinleyebilecek. Yahu sen değil miydin meydanlarda “Kriptolu
telefonlarımızı bile dinlemişler!” deyip hakaretler yağdıran? Bu eğer iyi bir
şeyse sana yapılmasına niye öfkelendin, yok kötü bir şeyse sen neden
başkalarına daha beterini yapıyorsun? Sadece telefon dinleme değil üst arama ve
konut aramada da mahkeme kararı ya da acil durumlarda savcı talimatı
zorunluluğu kaldırılıyor. Polis istediğini istediği gibi arayabilecek. Herhangi
bir gösteri düşünün… Molotof yok, taş atma yok, yasa dışı slogan yok… Hava
soğuk rüzgar buz gibi esiyor gösteridesiniz ve üşüyorsunuz atkınızla yüzünüzü
tamamen de değil biraz kapattınız. Bu nedenle 5 yıl hapis yiyebilirsiniz. Çünkü
şöyle bir ifade var: “Terör
örgütü propagandasına dönüştürülen toplantı ve gösteri yürüyüşlerine yüzünü
tamamen veya kısmen örterek kapatanlar 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıyla
cezalandırılır.”
İstediği kadar “terör örgütü propagandasına dönüştürülen” desin “Parasız
eğitim istiyoruz, alacağız.” Yazılı pankarta terör örgütü propagandası dediler
bu memlekette unutmadık.
Bahane hazır “Öcüler var,
anarşikler var, paralelciler var, teröristler var, darbeciler var…” yahu sizden
ala öcü mü var? İnsanlar da bunları dinliyor ya acaba öyle mi, diyor. Tarihte
hangi diktatör “Ben diktatörüm. Ülkeyi polis devletine çevirmek istiyorum, bana
karşı en ufak bir muhalefeti ezeceğim. Daha bunlar ne ki ağzınıza salıncak
kuracağım.” Demiştir ki? Elbette tiran kalkıp da tiranım demez. Öcülerden
bahseder, inananlara öcü masallarıyla dolu cici bir hayat dilerim. Ama şunu
bilin ki 2013 yazında insanlar korku duvarını aştı ve artık hiçbir şey eskisi
gibi değil. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bu tuhaf düzenlemeler nasıl bir
panik halinde olduğunuzu gösteriyor. Nazım Hikmet diyor ki: “Hiçbir
korkuya benzemez halkını satanın korkusu.” Atalarımız da diyor ki: “Korkunun ecele
faydası yok!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)