24 Aralık 2011 Cumartesi

SİZ BU MİLLETİN ŞEYİNİN BEKÇİSİ MİSİNİZ?

Aslında bu biraz gecikmiş bir yazı. Malum gündem çalkantılı önemli olaylar oluyor bize de yazmak düşüyor. Ekimde bir düğün olmuştu. Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü görevini yürüten Murat Karakaya, Çiğdem Çiğnitaş ile evlendi. Şahitliğini Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt'in yaptığı nikahı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek kıydı. Nikahta ilginç bir konuşma geçti. Arınç, şunları söyledi:

‘Genel müdür olarak ataması yapıldıktan sonra evli olup olmadığını ihtiyaten sordum, 'bekarım' deyince samimi olarak pişmanlığımı ifade ettim. 'Senin bekar olduğunu bilseydim seni genel müdür yapmazdım' dedim. Meclis Başkanlığım sırasında da gençlerin mutlaka evlenmesinin, güzel bir aile kurmasının çok önemli bir sorumluluk olacağı inancındaydım. O da söz verdi, ben de takip ettim. Çok şükür verdiği sözü çok güzel tuttu. Yine çok güzel bir ailenin, çok hanımefendi kızıyla nişanlandılar. Kısmet oldu istemeye gittim, nişanlarına da gittim, bugün de nikahlarına katıldım.’

Hani bir söz vardır: ‘Şecaat arz ederken merd i kıpti sirkatin söyler.’ derler. Yani Çingene marifet göstereyim derken hırsızlığını söyler. İşte Arınç da marifet göstereceğim derken burada kabahatini söylüyor. Bir insanın özel hayatına uçkuruna varana kadar müdahale ediyor. Sana ne o adamın özel hayatından, sana ne geceleri yatağında yanında bir kadınla ya da yalnız yattığından? Karakaya da ilginç bir tepki vermiş hani. Benim evli ya da bekar olmam beni ilgilendirir, diyeceğine evleneceğine dair söz vermiş. Demek Arınç bir göreve işini iyi yapan, akıllı, çalışkan ve bekar birini atamak yerine; iş bilmez, tembel, kör cahil bir evliyi atamayı tercih eder. 'Senin bekar olduğunu bilseydim seni genel müdür yapmazdım' sözü bunu gösteriyor. Hatta evliler arasında da ayrım yapıp karısı başörtülü olanı tercih ediyorlar. Bu derece ayrımcı, kayırmacı; bu derece ülkeyi eşe dosta dağıtan bir kafa yapısı görülmemiştir.

Zaten Arınç kafayı cinselliğe sekse takmış, hem de ne takmış aklında seksten başka şey yok, desek yeridir. İçki yasağıyla ilgili bir soruya: ‘Hayat içkiden, seksten ibaret değil.’ Diye yanıt vermesinden tut. İnternet yasaklarıyla ilgili konuşan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner için ‘Boyner ya da öyle düşünenler iktidara gelirse, porno sitelerini serbest bırakabilirler’ demesine kadar kafayı sekse takmış. Özgürlüğü pornodan ibaret zanneden, her mevzuda dönüp dolaşıp lafı sekse, uçkura getiren Arınç’a iyi bir tedavi şart. Zaten Boyner de Arınç’ın demecindeki bu inanılmaz sorumsuzluk ve seviyesizlik karşısında: ‘Sayın Arınç’ın bireysel özgürlükler ve özel hayatın sınırlandırılması konusundaki eleştiriler söz konusu olduğunda, bu konuyu doğrudan cinsel istismar, porno ve şiddet ile bağdaştırması sağlıksız düşünce yapısını ortaya çıkarmaktadır.’ diye çok doğru bir laf etmişti.

AKP’nin lider kadrosu kafayı hastalıklı bir şekilde cinselliğe takmış durumda Başbakan birkaç sene evvel Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde kadın kollarına yönelik bir konuşma yapmış ve kadınlara en az üç çocuk doğurmalarını buyurmuştu. Bir sürü kadın da Erdoğan’ı avuçları patlarcasına alkışlamıştı. Kafasında birazcık akıl kırıntısı içinde zerre kadar onur bulunan bir kadın bilmem bu çirkin, kerih ve galiz konuşmayı alkışlar mı? Yazıklar olsun! Orada bir erkek sorumsuzca sizin bedeniniz üstünde hak iddia ederken siz güya kadınlar alkışlıyorsunuz. Rahat bırakın milletin uçkurunu, el alemin şeyi üzerinden siyasi rant sağlamak da ayıp tıpkı İslami motifleri kullanarak siyasi rant sağlamak gibi.

FÜZE KALKANINDAN YAYILAN PİS KOKULAR

Edirne'de çadır kurarak Türkiye'ye füze kalkanı kurulmasını protesto eden ve 5 günlük açlık grevi yapmak isteyen üniversite öğrencilerine polis müdahale etti. Direnen 3 öğrenci, polis tarafından gözaltına alınıyor. Dahası öğrencilere kelepçe takılıyor. Edirne Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde gözaltında tutulan 3 öğrencinin sorgusu sürüyor. Ne tuhaf ne acayip bir iş bu böyle?

Demokrasi kültürü gelişmiş bir ülkede böyle bir olay yaşansa yer yerinden oynar. Ama bizde yine medya bu faşizan saldırıyı görmezden geliyor, satılık kalemler susuyor. Bari biz biraz konuşup kaşıyalım. Eğer füze kalkanını istememek yasaksa şunu mu desin herkes: ‘Yaşasın füze kalkanı! Hadi komşulara saldıralım! Yaşasın ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki zulmü!’ Mavi Marmara Baskını’nda 9 vatandaşımızı öldüren ve 60’ını yaralayan İsrail’i, dahası insanî yardım gemisi kendi karasularına girmemişken, daha uluslararası sulardayken gemiye saldıran İsrail’i, yıllardır Ortadoğu’da Müslümanlara kan kusturan İsrail’i, Başbakan’ın ‘Cezalandıracağız!’ dediği İsrail’i korumak için kuruluyor bu füze kalkanı. Bu nasıl bir cezalandırma ben anlayamadım. Anlayan varsa bir zahmet açıklayıversin de biz de anlayalım.

ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, ‘Türkiye'ye NATO füze savunma radarına ev sahipliğinde gösterdiği işbirliğinden dolayı’ teşekkür ediyor. Dahası Panetta ‘Türkiye'ye Afganistan'daki çalışmalara katkısından dolayı da teşekkür ederim’ diyor. Yahu kaç yıl oldu ABD Afganistan’a saldıralı. Allah aşkına birileri söylesin, dünyanın öbür ucundaki Afganistan’da hâlâ ne işi var Türkiye’nin. Ne ise zaten Afganistan meselesi apayrı bir şey ki başlı başına bir başka yazının konusu olur.

İran’ın asla ve kat’a herhangi bir NATO ülkesine saldıracağı yok. Yok olmaya yok da sürekli Batı ve onun içerdeki uşaklarının emrinde olan yani uşağın da uşağı, işbirlikçinin işbirlikçisi olan bir kısım medya İran’ı tehdit gibi görmemizi istiyor ve İran’ın nükleer çalışmaları üzerinden bir paranoya yaratılıyor. Elbette amaç füze kalkanını mazur göstermek. ABD bir punduna getirip İran’ı vurmayı kafaya koymuş fırsat arıyor. Irak’taki rezaletten sonra tüm dünyada itibarı sarsılan, kendi halkının da önemli bir kısmı artık savaştan bıkan, işgal sonrası vahşice işkence ve tecavüzler gerçekleştiren ABD elbette elini kolunu sallayarak İran’a saldıramaz. Hem de tam kapitalizmin maskesinin düştüğü, Batı’da bir uyanışın başlamak üzere olduğu, silahsız insanların Wall Street’i işgal ettiği ve bu iğrenç düzenin sorgulandığı bir sırada İran’a yapılacak bir saldırı ABD için bayağı bir risk. ABD bir şekilde İran’ın bir açık verip uluslar arası kamuoyunda haksız duruma düşmesi için fırsat kolluyor, fırsatı bulduğu anda da vuracaktır. Ama dediğim gibi Irak’ta yaşanan rezaletten sonra ABD için pabuç pahalı. Peki bizim için durum ne? Bize pabuç sudan ucuz mu? Bu füze kalkanı projesi sadece İran’la değil Çin ve Rusya ile olan ilişkileri de zora sokuyor. İki ucu b.klu değnek misali bir tarafta ABD diğer yanda Çin ve Rusya.

Davutoğlu geçen yıl şöyle bir söz sarf etmişti: ‘Biz çevremizdeki hiçbir komşumuzdan bir tehdit algılaması içinde değiliz, NATO'ya dönük de bir tehdit algılaması veya tehdit oluşturduğu kanaati içinde değiliz. Ancak NATO’da bütün güvenlik unsurlarını göz önüne alarak geleceğe yönelik planlama yapmakla yükümlüdür. Biz de bu planlamaların içinde oluruz, olmaya devam edeceğiz’ Yani hem hiçbir komşudan tehdit algılamıyorsun hem de füze kalkanı projesinin içinde oluyorsun. Ne kadar da tutarlı(!)

Aslında İran ile normal bir savaş hali olmasa da şu an İran – ABD/İsrail arasında bir ‘soğuk savaş’ var. Soğuk savaş bombalar kullanılmadan yapılan savaştır. İki taraf birbirini uluslararası alanda zor duruma düşürmeye çalışır, ekonomik ve diplomatik baskılar, profesyonel suikastler soğuk savaş yöntemleridir. Mesela İran’da 12 Kasım 2011’de, Karaj yakınlarındaki Bid Ganeh’deki bir cephanelik üssünde, İran’ın balistik füze programının “büyükbabası” Hasan Tahrani Mokaddam’ın ve 17 kişinin öldüğü bir patlama yaşandı. Daha önce de 2010 Ocak ayında da İranlı bir başka bilimadamı, Mesud Ali Muhammedi uğradığı saldırıda hayatını kaybetmişti. Temmuz 2011’de ise bir başka İranlı nükleer bilimci Daryus Rızai öldürüldü. Bundan başka İran’ın nükleer programına bir bilgisayar virüsü girip aylarca çalışmaların durmasına sebep olmuştu. Harp diplomatik alanda da sürüyor. İran, uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermeyi kabul etmediği için BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarına tabi tutulmakta.

Yani soğuk savaş son sürat devam ediyor. Ediyor ediyor da… Bildiğim şey şu an bir soğuk savaş yaşandığıdır. Bu soğuk savaş sıcak savaşa dönecek mi? Dönerse T.C. bu çamurun içine çekilmek istenirse ne olacak? Bunları bilemiyorum müneccim değilim. Şimdilik izlemedeyim. Burnumuza pis kokular gelerek ve ibretle izliyoruz.

18 Aralık 2011 Pazar

BAŞI DİK ALNI AÇIK MÜTECAVİZLER VE ‘NAMUSSUZ’ MAĞDURLAR

İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencisi E.E. otobüs beklediği sırada, yardım etme bahanesiyle önlerinde duran 2 kişinin aracına bindi. Yola çıktıktan bir süre sonra bu 2 yaratık, viyadüklerin altında durdu. Burada E.E.’yi dövüp tecavüz eden iki saldırgan, daha sonra yaşadıklarını polise anlatmaması için bir kez daha dövüp tehdit ederek metro istasyonunda bıraktı. Yarı baygın halde vatandaşlarca bulunan E.E.’nin anlattıkları ve araca ait plaka bilgisinden yola çıkan polis ekipleri, tecavüz sanığı 31 yaşındaki A.Y. ile 24 yaşındaki G.M.’yi yakaladı.

Bu yurdumuzda yaşanan binlerce tecavüz vakasından biri. Mahkeme heyeti genç kızın ruh ve beden salığının bozulup bozulmadığının tespiti için İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan rapor alınmasına, sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verip, duruşmayı ertedi.

Üniversite öğrencisi E.E. bir süre önce, sol koluna mühür basılıp, olay nedeniyle ruh ve beden sağlığının bozulup bozulmadığıyla ilgili rapor almak üzere İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Kişiyi mühürlemenin mantığı kişinin yerine başkasının heyete sokulmaması. Ama zaten kimlik var, fotoğraf var, kişi bir de polis nezaretinde adli tıpa gönderilirse hiçbir karışıklık olmaz. Zaten Türkiye’de toplumun tiksintiyle baktığı, suçlu olarak gördüğü, baskı yaptığı tecavüzcü değil; tecavüze uğrayandır ilginç bir şekilde. Zaten toplum tarafından haksız yere ve iğrenç şekilde damgalanmış birini bir de somut olarak gerçekten damgalamak akıl almaz bir şey. Toplumumuzdaki hâkim anlayış maalesef tecavüzcüyü değil tecavüze uğrayanı suçlu görme eğiliminde. Eminim ki bu haberi okuyan pek çok organizma şunu demiştir: ‘İyi olmuş. Oh olsun. Binmeseydi tanımadığı heriflerin arabasına. Demek ki kendi de istiyordu.’

Zaten 13 yaşındaki kızın istese 26 erkeğe karşı koyabileceğine hükmetmiş bir yargımız var. Yahu bu Rambo mu, Bruce Lee mi? 13 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz! 13 yaşında bir kız çocuğu 26 erkeğe nasıl karşı koysun? Tacizcinin tecavüzcünün kollanıp da aslında desteklenmesi, rehabilite edilmesi gereken tecavüz mağdurunun vebalı muamelesi gördüğü, suçlu olarak görüldüğü bir memlekette yaşamak ne kadar acı! Hani biri parasını çaldırsa suçlu parayı çalandır, hırsız odur. Ama iş tecavüz ya da tacize gelince ilginç bir şekilde ‘namussuz’ olarak damgalanan tecavüzcü değil mağdur oluyor. Adalet iflas etmiş, toplum bir tuhaf, yargı bile ‘dişi köpek kuyruğunu sallamazsa’ mantığını güdüyor. Yılbaşında Taksim’de taciz edilen kadınlar da suçlu değil mi? Öyle ya, gitmeselerdi onlar da. Bir şekilde hep tecavüze uğrayan suçlu. Bir toplum ne kadar muhafazakârsa o kadar cinselliği baskı altına alıyor ve orada cinsel sapkınlıklar ve cinsel suçlar da o kadar fazla oluyor.

İlginç bir şey daha var ki tecavüz mağduru ‘ruh ve beden sağlığının bozulup bozulmadığıyla ilgili rapor almak’ durumunda kalıyor. Yahu buna ne gerek var? Tecavüze uğrayan birinin elbette ruh sağlığı bozulur. Ama bazen H. Üzmez olayında olduğu gibi mağdurun ruh sağlığı bozulmadığı yönünde raporlar çıkarılıyor. Ne diyeyim, ne söyleyeyim? Toplum tecavüzcüleri kollar da mağdurları suçlarsa bu olayları daha çoook yaşarız. Yani bazılarının mağdurların da insan olduğunu, suçsuz olduklarını anlaması için ne olması gerek? Darısı başlarına diyim artık herhalde o zaman anlarlar.

7 Aralık 2011 Çarşamba

DEMOKRASİ İHRACATÇISI SAHTE KELEBEKLER!

Suriye yine karıştı ve Arınç acayib ül garabet beyanlarına bir yenisini de ekledi. Arınç aynı konuşmada hem ‘Hiç bir ülkeye karşı dış müdahaleyi doğru bulmayız.’ dedi. Hem de ‘tampon bölge’den bahsetti. Yahu Allah aşkına tampon bölge dediğin dış müdahale değilse ne? Konuşmanın ‘Dış müdahaleyi doğru bulmayız.’ kısmı iç politikaya yönelik bir manevradır. Asla da samimi değil! Neden mi, açıklayayım.

Hiçbir AKP’linin Büyük Birader Erdoğan’ın sözünden çıkmadığı bir gerçek. Peki Erdoğan ne yapıyor? Erdoğan parmağını kaldırmış Suriye’yi gösteriyor. Bir yandan Suriye’ye diş bilerken, ‘Sabrımızı taşırma’ vs. şeklinde tuhaf demeçler verirken bir yandan da ‘Libya’ya iştahlarını kabartanlar Suriye’yi görmüyor.’ diyerek aslında kendisinin Suriye’ye iştahını kabarttığını açık ediyor. Erdoğan konuşmaya devam ediyor ve bakın ne diyor: ‘Libya’da ölenler ne kadar insansa ne karda cansa Suriye’de öldürülenler de o kadar insandır, candır. Libya için iştahlarını kabartanlar Suriye’deki katliamlar için sessiz ve tepkisi kalması insanlık vicdanında tamiri zor yaralar açmaktadır.’ Ne kadar ilginç! Erdoğan’ın vicdanı kadar çifte standartlı bir vicdan şu cihanın üzerinde bir uçtan bir uca arasak bulabilir miyiz acaba? Sormak istiyorum Erdoğan’a acaba kendisini protesto ederken çocuğunu düşüren hamile kız da vicdanını sızlatmış mı ya da gösteri sırasında polisin gaz bombasıyla fenalaşıp ölen Metin Lokumcu ya da Van’da hem evi barkı yıkılan hem de yürümek istedikleri için dayak yiyen depremzedeler de vicdanını sızlattı mı Erdoğan? Örnekler çoğaltılabilir. Acaba bu durumlar karşısında zerre kadar vicdanın sızladı mı ha Erdoğan? Ben de sana bir soru sorayım Libya’dakiler can, Suriye’dekiler insan da Türkiye’dekiler ne? Senin kendi vatandaşın ne? Neden dışarıdaki muhalifler hak arayan insanlar oluyor da yurt içindeki muhalifler eşkıya, provakatör, Ergenekoncu… bilmem ne oluyor?

Haydi Erdoğan çıksın buna cevap versin de görelim. Orda yönetimi devirmek isteyen insanların yaptığı suç değilken burada bir durumdan rahatsız olduğunu ifade eden insan dayak yiyor, gözaltına alınıyor, çocuğu düşürülüyor ve nihayet öldürülüyor. Başbakan, Lokumcu’nun ölümüyle ilgili konuşurken ‘Fazla üstünde durmak istemiyorum.’ demişti. Ülke içindeki bir gösteride insanımız ölüyor ve Erdoğan üstünde fazla durmak istemiyor; ama dışarıda bir yerde bir gösteride insanlar ölünce aynı Erdoğan titizlikle üstünde duruyor. Allah Allah, doğrusu çok şaşıtıcı! Türkiye’de baskı, işkence, keyfi tutuklamalar… tam gaz giderken Erdoğan başbakanı olduğu ülkeyi bırakmış da Suriye’nin derdine düşmüş.

Erdoğan Suriye’nin ve Suriye halkının gırtlağına çökmek istediğinin sinyalini verirken ‘Yeterince petrolü olmadığı için Suriye, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir.’ demişti. Hah, buna ancak küçük çocuklar kanar! Emperyalist savaşlar sadece petrol için olmaz. Savaş stokların eritilmesi, kapitalizmin ölümcül krizlerinin aşılması, silah şirketlerinin kârı ve ekonomik aktivasyondur. Savaş insanların temel tüketim maddelerine hücum etmesidir, bu da ekonomik canlanma ve stokların erimesidir. Savaş yıkımdır, yıkımdan sonra yeniden yapılanma olacaktır, bu da inşaat şirketleri için muazzam kârlardır. Savaş ölüm ve yaralanmadır; bu da ilaç şirketleri, medikal aletler üzerine üretim ve ticaret yapanlar için kârdır. Savaş bir yerde insanlar ölürken ekonominin canlanmasıdır.

Biz kimin ipleri kimin elinde çoook iyi biliyoruz; ama istiyoruz ki halkımız da bilsin halkımız da görsün. Yalnız halkın uyku halinden çıkarı olanlar durumun değişmesini istemiyor her gün gazeteler, televizyonlar Suriye’de yaşananları bire bin katarak anlatırken Türkiye’deki kepazeliklerin esamesi bile okunmuyor. Suriye’dekiler ‘hakkını arayan halk’ iken Türkiye’dekiler ‘provakatör’ ya da ‘terörist’ ilan ediliyor.

Uyan ey Türk halkı! Suriye üzerinden kirli bir oyun tezgâhlanıyor, Suriye’ye yönelik savaş, Suriye halkına iyilik etmek için değildir. Türkiye’de ve dışarıda ellerini ovuşturup, salyalarını akıtarak savaşı bekleyenlerin düşündüğü asla ve asla insanların özgürleşmesi değil! Kendi topraklarında Nazizm’e benzer bir rejim oluşturanlar başkalarına demokrasi mi götürecek? ‘Özgürlük!’ diye bağıran birinin bir ay boyunca yargılanmadan hapiste yattığı bir ülkede yaşıyoruz. O kadar insancılsanız önce Türkiye’ye getirin demokrasiyi!

19 Kasım 2011 Cumartesi

NEREDESİN EY ÖZGÜRLÜK!

Özgürlük güzel şey, hoş şey… Gerçi son yıllarda unuttuk biz bunu, unutturdular özgür olmayı. Geçen yıl 25 Temmuz’da Kemal Duran adlı bir vatandaş Erdoğan’ın içinde olduğu otobüse doğru koşarak ‘Sayın Başbakan özgürlük’ diye bağırmıştı. Adam sırf bu yüzden tutuklanıp 24 gün hapis yattı. 24 gün sonra hakim karşısına çıktı. Ne gereği var “Sayın Başbakan özgürlük” diyen birini tutuklu yargılamanın? Bu resmen cezalandırma. Mahkemesiz, yargısız tek suçu özgürlük istemek olan birini cezalandırıyorlar. İyi de bu olay aklıma nerden geldi? Neden şimdi geçen sene olan bir olayı dillendiriyorum? Açıklayacağım…

9 Kasım’da Van’da 21.23'te meydana gelen Richter ölçeğine göre 5.6 büyüklüğündeki depremde Van kent merkezindeki Bayram Oteli çökmüştü ve otelin enkazında, çeşitli illerden ulaşan ekipler arama- kurtarma çalışmaları yapıyordu.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ile beraberlerindeki Van Valisi Münir Karaloğlu, saat 11.00 sıralarında çalışmaları incelemek üzere Bayram Oteli enkazının önüne geldi. Bu sırada 300 kadar depremzede, bakanların yanındaki Vali Karaloğlu'nu görünce ‘Vali istifa!’ diye bağırdı. Bunun üzerine bakanlar Akdağ ile Yıldız, depremzedelerin yanına giderek onlarla görüşmek istedi. Kalabalıktaki öfkeli kişiler, ‘Vali Karaloğlu 'Deprem bitti, yıkılmayan evlerinize girebilirsiniz.’ Demişti. Vali dediği için binalara girenler, yaşamlarını kaybetti.’ dedi. Kalabalık tepkisini sürdürünce bakanlar bölgeden ayrıldı.

Bakanlar ayrıldıktan sonra protestoya devam eden kalabalığa polis vahşice saldırdı, depremzedeler hem biber gazı hem de cop yedi. Hangi insaf, hangi vicdan, hangi insanlık onaylar böyle bir şeyi? Kimin insafı, kimin vicdanı, kimin namusu onaylayabilir depremzedelere atılan bu dayağı? Kırmadılar, dökmediler, yıkmadılar… En doğal haklarını protestolarını dile getirdiler. Dayak yediler, gaz yediler, yerlerde sürüklendiler… Arama kurtarma çalışmaları yapılırken enkazın yanında atılan bu dayak sırasında yayılan biber gazından kurtarma ekipleri de etkilendi ve bu nedenle saniyeler bile önemliyken arama kurtarma çalışmalarına ara verildi. Allah bilir belki de o sırada enkaz altındaki bir iki kişi ölmüştür de. Ölsünler canım ne önemi var, önemli olan protestocuları susturmak. Erdoğan şimdi gayet rahat bir şekilde yüzü bile kızarmadan bu durumu tenkit edenlere ‘provakatör’ diyor ve onları insanların acısından rant elde etmekle suçluyor. Yahu rant elde etmek isteyen iktidara yaltaklanır kalkıp da böyle despot bir hükümete karşı çıkmaz. Bir milletvekilini hiç hakaret etmediği halde Deniz Feneri yolsuzluğunu konuşmak istediği için tartaklayarak kürsüden indirmediniz mi? Sizin gibi despotlara kafa tutmanın ne gibi bir rantı olabilir? Olsa olsa yaltaklanma rant getirir.

Ha bu arada kim halkın acısından rant sağlıyor söyleyelim mi? Hani Türkiye 24 şehit haberiyle çalkalanırken tam da o sırada Deniz Feneri sanıklarını tahliye ettirenler var ya sakın onlar halkın acısından rant sağlıyor olmasın? Sövseniz de dövseniz de susmayacağız, susturamayacaksınız! SUSMAYACAĞIZ!!!

31 Ekim 2011 Pazartesi

BİZDE MİZAH

Mizah anlayışı ülkemizde bayağı bir ilginç son birkaç on yıldır. Enseye şaplak ..te parmak cıvıklıklar, küfür ve kaba söz mizah olarak algılanıyor. Osurmak, geğirmek, sümkürmek gibi insanların doğal ihtiyaçları bile mizah olarak algılanıyor. Elbette küfür, cinsellik, çeşitli biyolojik durumlar vs. mizaha konu olabilir bu konuda çok kibarcık da değilim, her şey mizaha konu olabilir ama; mizaha konu olanlar da mizahın bir parçası olmalı, yani mizah içinde bir işlevi olmalı. Komiklik falan yok, hiçbir espri yokken sadece bir bayağılık yapılıp buna mizah denmemeli.

Aslında bizim toplumun eskiden çok iyi bir mizah kültürü vardı. Mizah kültürümüz yüzyıllar öncesine dayanıyor orta oyunumuz, meddahlık geleneğimiz hep mizahî unsurlar barındırır. Yer yer eleştiri de vardır elbette. Şu sıralar can çekişen 700 yıllık geleneğimiz Karagöz oyunumuz tamamen mizahî öğeler üzerine kurulu. Hacivat-Karagöz, Kavuklu- Pişekar, Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Keloğlan, Temel… nice nice kahramanlar nice nice ölümsüz tipler yarattık asırlar boyu. Ve mizah, eleştiri asla hiçbir zaman tabu olmadı. Her an her şey mizaha konu oldu. Din ve tanrı bile… 6 asır önce yaşayan Kaygusuz Abdal: ‘kıldan bir köprü yapmışsın /gelsin kullar geçsin deyu /hele biz şöyle duralım /yiğit isen sen geç tanrı’ diyor. Sadece bunu mu diyor: ‘yaratmışsın bağ-u cennet/ kulların etsinler sohbet/ cehennemi ne yarattın/ be akılsız koca tanrı’ aradan 6 asır geçmiş, şimdi Allah’tan daha büyük devlet adamları haklarında en ufak bir mizah ya da eleştiride koştura koştura dava açıyor. Takvimde 6 asır ilerlerken mizah anlayışında 10 asır gerilemişiz.

Bu güzel hoşgörümüz tahmmülümüz özgür mizahımız Abdulhamid’in İstibdadına kadar sürüyor. İmparatorluğu demir yumrukla yöneten Abdulhamid en ufak bir eleştiriyi en küçük bir muhalefeti affetmiyor.

Rum kökenli vatandaşımız Teodor Kasap 1870-1873 arası tarihimizin ilk mizah gazetesi olan Diyojen’i çıkarmıştı. Bu gazete 1873’te Hükümet tarafından kapatılınca; ‘Çıngıraklı Tatar’, o da kapatılınca ‘Hayal’ ve ‘İstikbal’ adlı gazeteleri çıkardı. ‘Hayal’ dergisinde 1877’de yayınlanan Karagöz-Hacivat karikatürü sebebi ile Teodor Kasap hapis cezası aldı. Bu cezanın sebebi karikatür şöyledir: Eli-ayağı zincirlenmiş Karagöz'e Hacivat sorar: ‘Nedir bu hal Karagöz?’ Karagöz şöyle yanıt verir: ‘Kanun dairesinde serbesti, Hacivat!’ Tarihimizde mizah yüzünden ilk hapis yatan yiğit bu Teodor’umuzdur.

Osmanlı yıkılıp da T.C. kurulduğu zaman her şey yağ bal olmadı elbette. Atatürk zamanında zaten pek bir mizah yoktu. Gerçi muhalefete de çok sert davranıldı amma o zamanın şartları bambaşkaydı. Eğer o yıllar da şimdiki gibi olsa buna despotluk diyebilirdik. Lâkin CHP’nin tek parti zamanındaki durum pek bir iç açıcı değildi. Muhalefete göz açtırılmadı. Gel gör ki DP iktidarı işbaşına geçtiğinde bir istibdat bir tiranlık adeta tek parti dönemine rahmet okutturacak bir zulüm yapıldı. Bu zulmü yapan adamdan şimdi ‘demokrasi şehidimiz’ diye bahsedilmesi de pek bir dikkat çekici. Bu ‘demokrasi şehidiniz’ değil mi Basını sıkı kontrol altına alan ve cezaları yükselten Basın Kanunu’nu çıkaran? Bu ‘demokrasi şehidiniz’ değil mi 10 yılda 800’den fazla gazeteciyi içeri tıktıran? Hani derler ya ‘kör ölür badem gözlü olur.’ diye. Böyle olur benim yurdumun demokratı.

Türkiye Demirel’in başbakanlığı ile beraber olağanüstü gelişmelere tanık oldu. Karşıt fikirlere tahammülü saygıyı, muhalefete hoşgörüyü Türkiye’ye Demirel öğretti. Bırak eleştiriyi türlü hakaretlere maruz kaldı. Mesela bir mizah dergisinde ağzı burnu olan, konuşan bir dışkı olarak resmedilmişti; ne hakaret davası açtı ne bir şey. Adam gerçekten konuşan Türkiye istiyordu muhalefete SÖZDE değil ÖZDE saygılıydı. Sırf bu iyiliği bile diğer tüm hatalarını affettirir, saygıyla selamlarım seni Demirel, tonton dedem. Ecevit de çok büyük bir insandı. Lakabı Karaoğlan’dı hani. Bir yayın organında Ecevit için ‘Şamaroğlan’ diyordu. O da dava açmayı bırak kendisine yapılan türlü türlü hakaretler karşısında ‘gık’ bile demedi. 90’larda özgür mizah ve demokrasi konusunda ibre epeyi yükselmişken 2000’lerde AKP iktidarıyla beraber durum tersine döndü. İbre yeniden düşüşe geçti. Erdoğan ve AKP tiranlaşıp her şeye her türlü muhalefete saldırmaya başladı; her protesto, her hak arama şiddetle terörle susturuldu. Metin Lokumcu’nun katilleri bulunmadığı gibi cinayeti protesto edenler de dövüldü. Onlarca mizahçıya, karikatüriste, gazeteciye dava açıldı. Ve sonunda içeriksiz b..tan bir mizah anlayışı iyice kanıksandı. Etliye sütlüye karışma, hiçbir şeyi hicvetme sadece osur, geğir, burnunu karıştır al sana mizah. Eleştirel mizah mı o da ne? Yenilir mi içilir mi? Oysa Gogol ne diyor: ‘Yüzünüz çarpıksa aynaya kızmayın, o her şeyi olduğu gibi gösterir.’

15 Ekim 2011 Cumartesi

BLOGU TEKRAR YORUMA AÇTIM

Selam dostlar, hem küfürlü yorumlar, hem de yazdıklarımla alakası olmayan İslam'ı öven saçma sapan C/P yorumlar beni iyiden iyiye bunaltmış ve blogu yoruma kapatmıştım ama şimdi blogu tekrar yoruma açtım. Sadece bloguma üye olanlar yorum yapabilecek böylece hem kimse küfretmeyecek hem de isteyenler yorum yapabilecek sevgiler...

SAHTE KELEBEKLER II

Diyarbakır’da bir iki gün evvel PKK’nın şehirdeki uzantısı KCK ile ilgili operasyonlar protesto ediliyordu. Bu protestonun başını da BDP’li vekiller çekiyordu. İlginçtir istedikleri şu biz rahat rahat öldürelim ama; siz bize dokunmayın, oldu canım başka bir arzunuz?

Şimdi bir anlayış vardır, bir de usul vardır. Medyada ilginç bir şekilde PKK ile ilgili olarak hep anlayış tartışılarak yanlış yapılıyor. Yapılması gereken anlayışı değil usulü tartışmaktır.

Bunun için anlayış konusunda baştan BDP ve PKK’nın haklı olduğunu kabul edelim. Usulü konuşacağım için baştan diyorum ki “Tamam kardeşim. Biz senin kültürünü yok saydık, seni inkâr ettik. Dilini konuşturtmadık, çocuklarına anadilde ad koydurtmadık hepsine amenna.” Ama haklıyken haksız duruma düşmek diye bir şey var. Yani şu var ki BUNUN KARŞILIĞI ADAM ÖLDÜRMEK MİDİR? Sen dilini özgürce konuşasın diye 19-20 yaşındaki ana kuzusu askerlerimiz, yavrularımız neden can versin? Sen çocuğuna anadilinde ad koyamıyorsun diye bu vatanın çocukları dondurma almaya giderken senin kahpece sakladığın bombanın patlamasıyla neden can veriyor? Bu mudur senin demokrasin, bu mu insanlığın? Sırrı Sakık bir konuşmasında diyordu ki: “ Bizi şahinler, güvercinler diye ayıranlara ha…tir diyoruz!” Diyiniz Sırrı Bey diyiniz. Ama şunu da biliniz: Biz de hem adam öldüren eli kanlı itleri savunup hem de barıştan, kardeşlikten dem vuranlara ha…tir diyoruz. Sizden korkan sizin gibi olsun! Hepinize içten bir ha…tir!

2 Ekim 2011 Pazar

SAHTE KELEBEKLER

Devletlü padişahımız Erdoğan’ın Sadrazamı Hazreti Bülent Arınç, Uludağ Üniversitesi’nde bir açılış konuşması yapmış. 13 öğrenci “AKP, üniversiteyi, ülkeyi, sokağı özgür bırak” pankartı açmış. Ve 13 öğrenci polis tarafından gözaltına alınmış. Arınç konuşmasına başlarken slogan atmak isteyen 3 kişi de üniversitenin özel güvenlik görevlileri ve sivil polisler tarafından gözaltına alınıyor. Aslında bu yapılanlar hukuka aykırı, protestocu salon dışına çıkarılır tamam ama; gözaltına alınması hukuki değildir. Gerçi vatandaşların anayasayla koruma altına alınmış yürüyüş, protesto haklarını kullandıkları için anayasaya ve evrensel hukuka aykırı bir şekilde yaka paça gözaltına alınmaları, dayak yemeleri zaten AKP ile başlamadı. Bu devlet geleneğimizde var. Ama AKP bu konuda rekor kırdı. Hiçbir siyasi parti bu derece tiranlaşıp muhalefet üzerinde böyle terör estirmedi. Öğrenciler gene gözaltına alındı. Buraya kadar anormal bir şey yok, alışkınız. Her şey normal, pekiyi anormal olan ne?

Anormal olan şu ki Arınç tam bir sevgi pıtırcığı gibi konuştu: “Bunları doğal buluyorum ve üzülmüyorum. Eleştiri yapılması doğal… Herkes hakkını arayabilir… Herkes herkesi beğenmek zorunda değil. Herkesin tavrını ortaya koyması normal.” Aman ne hoş ne güzel… İyi de Arınç bu milleti salak yerine koymaya senin ne hakkın var? Madem protesto gösterisi normal, madem bunu doğal karşılıyorsun neden onları gözaltına alan polislere “Bırakın onları şikayetçi değilim.” demiyorsun? Daha ne kadar gözümüzün içine baka baka salak yerine konulacağız. Eğer senin karşıt fikirlere tahammülün olsa, içinde zerre kadar insan sevgisi olsa Arınç, bu samimiyetsiz ve boş sözleri söyleyeceğine onların gözaltına alınmalarına engel olurdun. O cıvıl cıvıl rengarenk kanatlarını çırpan bir sevgi kelebeği görünümüne bürünüp, sevgi pıtırcığı tavırlarınla gözlerimizi yaşartacağına gözaltına alınmalarına engel olsaydın ya güzel kelebek.

Biz zaten Arınç’ın vatandaşlara saygısını daha evvelden de gördük. “Seçimden sonra uğramazsınız ama” diyen bir çiftçiye “Öyle bilmem nerelerden çıkar gibi laf etme. Ben senin gibi yalancı somun pehlivanı değilim.” demişti. Artık Arınç somun pehlivanı mıdır, pide pehlivanı mıdır orasını bilmem ama şunu bilirim “Bilmem nereden çıkar gibi” deyiminin sansürsüz hali şudur: “yırtık dondan fırlar gibi”. Yani Arınç kendisini eleştiren bir çiftçiyi erekte olmuş penise benzetiyor. Bu, değil bir devlet adamının sıradan biri bile olsa yaşlı başlı birinin ağzına ne kadar yakışıyor takdiri size bırakıyorum. Arınç bir başka zaman da bir gazetecinin sorusuna “Ulan şeyini şey ettiğimin şeyi…” diyerek de seviyesini ve terbiyesini ortaya koymuştu. Bunlar ilk aklıma gelenler tabii, Arınç’ın yaptığı türlü güzelliklerin tamamını saymaya kalksam sitenin database'i yetmez.

Sadrazam bunları yaparken kimden feyiz alıyor acaba? Tabii ki Devletlu Hazreti Erdoğan’dan hani şu “Anamız ağladı.” diyen çiftçiye gayet rahat bir şekilde “Ananı al.” Diyen Erdoğan’dan bahsediyorum. Erdoğan bir mitingde siyasi rakiplerine çatarken “Dahasını da söylerdim de terbiyem müsait değil.” diyordu. Fazla zorlamayın Erdoğan bu millet sizin hakkınızda yeteri kadar fikir sahibi. Hiç kendinizi yormanıza gerek yok. Bir ara küçükken babamın önünde ağzımdan bir küfür çıkmıştı, o da ana avrat küfrü değil, kimseye “ananı al” falan dememiştim normal bir küfürdü ama “Ulan terbiyesiz!” diye bağıran babamın sert tokadı suratımda patlayınca öğrendim ki ananın babanın önünde küfredilmez, hele anaya babaya hiç küfredilmez! Neyse son olarak şunu diyeyim “dahasını söylemeye terbiyenizin müsait olmaması” çok güzel bir şey Erdoğan. En azından bazı şeyleri söylemeye hâlâ terbiyeniz müsait değilmiş. Bu da güzel bir şey.

17 Eylül 2011 Cumartesi

GÜL'ÜM BENİM!

ABDullah Gül’ümüz İsrail’e kızmış. Rusya’ya doğru uçarken gazetecilerin uçakta kendisine yönelttiği sorulara cevap veren ABDullah Gül bakalım neler demiş:

ABDullah Gül, uçakta Türkiye’nin İsrail için yaptığı “iyilikler” üzerinde durmuş ve “Ama sanki bunu yapmak zorundayız gibi bir nankörlük içindeler. Yani bir karşılığı olmuyor, müttefiklerine bile yük olan bir ülke, bundan böyle biraz da onlar düşünsün” diye eklemiş. Şimdi bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum ABDullah Gül, Türkiye’nin İsrail’e “iyilik” yaptığını söylüyor. Hem de “Ne yapalım elimiz mahkum yapmak zorundayız” da demiyor. Bu “iyilikler”i yapmak zorunda olmadığımızı söylüyor. Üstüne bir de İsrail’e “nankör” diyor. Nankör nedir? Nankör “iyilikbilmez lere denir. Yani bir kişiye “iyilik” yaparsanız o da yaptığınız bu “iyiliğe” karşı size kötü davranırsa ona nankör dersiniz. Dahası ABDullah Gül İsrailden “müttefik” olarak söz etmiş. İsrail’e iyilik yaptığını ve İsrail’in “müttefiki” olduğunu itiraf eden ABDullah Gül, bakalım zamanında İsrail’e “iyilik” yapan “müttefik”lere nasıl bir soru önergesi vermiş:

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA



Aşağıdaki konuların Sayın Milli Savunma Bakanı tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını arz ederim. 08.04.1996



Doç. Dr. Abdullah GÜL

Kayseri Milletvekili





4 Nisan 1996 tarihli Turkish Dail News Gazetesinde Kemal BALCI imzası ile çıkan bir habere göre; Türkiye, İsrail savaş uçaklarının eğitimleri için kendi hava sahasını İsrail’e açıp İsrail Savaş Uçakları’nın Türk üstlerinden faydalanmasına izin vermiştir.



Bu haber doğru mudur?



Şayet bu haber doğru ise:



Orta Doğu gibi hassas bölgede tarihi gerçekleri ve Tabii dengeleri bozar nitelikteki ve neticeleri itibariyle çok önemli gelişmelere sebep olacak bu yeni savunma stratejisinin hangi sivil otorite, hangi sebeplerle almıştır?

Muhalefetteyken İsrail’le imzalanan anlaşmalara tepki gösteren, başkalarını siyonist uşaklığıyla suçlayan İslamcıların şimdi nasıl bir tutum aldığını hep birlikte izleyip görüyoruz. Evet evet, bu ABDullah o ABDullah başkası değil. Siz bakmayın ABDullah Gül’ün iç politikaya yönelik bu tavırlarına. Mavi Marmara baskınından sonra da görmüştük biz onu hani daha Mavi Marmara’da ölenlerin kanı kurumadan İsrail Büyükelçisi’ni 29 Ekim resepsiyonuna davet eden ABDullah Gül’den bahsediyorum yanlış anlamayın. Hâlâ aynı kişi.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

BLOGU YORUMA KAPADIM

Bazı Müslümanlardan gelen küfür ve hakaretlerden bıktığım için bloğu yoruma kapadım. Tüm okurlardan özür dilerim. Özellikle "Senin inanmadığın allahını s...yim" diye başlayıp "ananı, avradını, bacını, sülaleni, ecdadını, g...ünü" diye devam eden yorum bu kararı almamda etkili olmuştur.

İSLAM'DA BİR İNSANLIK SUÇU: "CARİYELİK"

Cariyeliğe cevaz veren ayetlerde Kuran, kelime olarak "cariye" demiyor, mealde yazıyor. Bu İslamcılar tarafından kullanılıyor ve “Orada cariye kelimesi yok mealde ekliyorlar. Kuran cariyeliği onaylamaz" diye yalan söylüyorlar. Bunu ben de biliyorum ayetin orijinalinda cariye kelimesi yok ama bunun ne önemi var ki hangi kelimeyle söylersen söyle ne ad verdiğin önemli değil. Adı ne olursa olsun buralarda bahsedilen kadına yapılanlar reva mı? Bu ayetlrede bahsedilen durumdaki kadın siz olmak ister miydiniz? Şu evli de olsa haram olmayan kadınlar, bizim "cariye" dediğimiz şey değilse ne olabilir?

(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır. Bunların dışında kalanlar ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla (mehirlerini verip) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan (nikâhlanıp) faydalanmanıza karşılık sabit bir hak olarak kendilerine mehirlerini verin. Mehir belirlendikten sonra, onunla ilgili olarak uzlaştığınız şeyler konusunda size günah yoktur. Şüphesiz ki Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.(NİSÂ Suresi 24. Ayet )


Şurda bir eş alın ya da "sahip olduğunuz" ile yetinin diyorken sahip olunan şey eş değil çünkü "veya" var hem de eşten ayrıca söylenmiş, bu cariye değilse ne?

Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.(NİSÂ Suresi 3. Ayet )

Ahzab 50'de gene eşten ayrı olarak elinin altında bulunan kadın var, hem de ganimet.

Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Ayrıca, diğer mü’minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber’e bağışlayan, Peygamber’in de kendisini nikâhlamak istediği herhangi bir mü’min kadını da (sana helâl kıldık.) Mü’minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.(Ahzab/50)

Cariye özgür olmayan kadın (köle kadın) adı anılmasa da o. Yani şu ayette müşrik kadına yeğlenen mümine nedir?


Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin. Özgürlüğünden yoksun inanmış bir kadın, müşrik bir kadından - müşrik kadın sizin hoşunuza gitse de - çok daha hayırlıdır. Müşrik erkeklerle de onlar iman edinceye kadar nikâhlanmayın. İnanmış bir köle, müşrik bir erkekten - o hoşunuza gitse de - çok daha hayırlıdır. Bu müşrikler sizleri ateşe çağırır. Allah ise sizi, izniyle cennete ve affa çağırır. Ve ayetlerini insanlara açık açık bildirir ki, düşünüp öğüt alabilsinler. (BAKARA Suresi 221. Ayet)

Kuran cariyeliği yasaklamadığı yetmezmiş gibi yukarıdaki ayetlerle bu insanlık dışı iğrenç kuruma onay vermiş, bu pisliği meşrulaştırmıştır.

23 Ağustos 2011 Salı

MUHAMMED-ÜL EMİN

Şimdi bir soru "mutemed" ne demek? Temel anlamı kendisine inanılan güvenilen itimat edilen demek. Diğer yan anlamı ise herhangi bir kuruluşta parasal işlere bakan bir yerden bir yere nakit para aktarılacağında bunun transferini yapan kişidir.

Muhammed'in "el emin" ünvanına gelirsek temel anlamı inanılır, güvenilirdir. Yan anlamı ise emanetçidir. Muhammed ticaret erbabıydı. Başkasının kervanlarına da komuta edebilirdi, başkasının mallarını da satar komisyonunu alırdı. Yani insanlar ona mallarını emanet ederdi. Muhammed-el emin ise inanılan Muhammed değil Emanetçi Muhammed'di. Bu nasıl inanılan, güvenilen biridir ki öz amcası EbuTalib'i bile inandıramamıştır.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

AK İCRAATLAR

AKP bir kez daha AK mı yoksa KARA mı olduğunu gösterdi. Benzerlerine demokrasilerde hele hele “ileri demokrasi”lerde asla rastlanamayacak bir şekilde Ulusal Kanal’a ve Aydınlık’a saldırdı. Nedeni de 2009’dan bu yana yayınlanan ses kasetleri. Adamların tek suçu ise gerçekleri halka göstermek. Arama kararında, “Başbakan Erdoğan, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile birlikte üst düzey yöneticilere ait ses kayıtlarının Ergenekon örgütü mensuplarınca illegal olarak arşivlendiği ve haklarında arama kararı verilen şüphelilere ulaştırıldığı” iddia ediliyor. Ulusal Kanal’ın KaraParti’yi bu kadar kızdıran haberlerine de bir bakalım şimdi. Bakalım da “illegal işi kim yapıyor, kim suçlu, bir çete varsa bu çete nerede” bakıp bir görelim değil mi?

Kuzu- Gökçek konuşması çok uzun olduğundan tamamını yazmak yerine özetini sunacağım. Eğer içeriğinden emin olmak isterseniz Burhan Kuzu – Melih Gökçek arasındaki telefon konuşmasını youtube’dan bulup izleyebilirsiniz. Hatta izlemenizi tavsiye ederim; yalan bugüne değin benim köşeme uğramadı, uğramaz! Gökçek 240’tan yargılandığını söylüyor ve Kuzu’ya 240’taki suçun cezasının 1-3 yıldan 3-6 aya indirilmesini istiyor. “Abi 3 aydan 6 aya olunca, belediye başkanları bu cezayı alıyor, paraya çevriliyor, belediye başkanlığı süresi de gitmiyor.” diyor. Kuzu da Gökçek’e AKP’den 60 civarında milletvekilinin de bu 240’la başının belada olduğunu söyleyip ekliyor: “Doğru, doğru bir onun üzerinde durmak lazım. Orada icabında 240'tan yargılanan milletvekilleri gidip konuşabilir.” Gökçek konuşmanın sonunda öyle bir gaza geliyor ki milletvekillerinin dokunulmazlığının belediye başkanlarına da verilmesini istiyor. İşte böyle masum, naif, temiz bir telefon görüşmesi ama canı çıkasıca teröristler bunun için “kişiye özel yasa mı olur” vs. diye saçmalayıp ahlaksızca iftiralar atıyor. Oysa bakın bu bir belediye başkanı ve bir Anayasa komisyonu başkanı arasında geçen nasıl pir ü pak bir konuşma. Bu konuşma bir Avrupa ülkesinde yapılsa adamın heykelini dikerler. Bizse bu konuşmaya rağmen ödüllendirmiyoruz onları. TCK’nin 240. Maddesi “görevi kötüye kullanmak”la ilgili. Hatta Gökçek konuşmanın bir yerinde bu 240’la suçlanan milletvekillerinin listesini istiyor, “Bu 240'ı, milletvekilleri hangisi, kaç tane varsa bir bana çıkartsana. ben onları bir fitilleyeyim.” diyor. Kuzu da: “Ben sana listesini vereyim onun.” diyerek onaylıyor.

Şu ağza, şu tabire bakın “ben onları bir fitilleyeyim” nasıl bir sözse artık, ayıp mayıp demeden bu tabiri kullanıyor koskoca belediye başkanı. Gerçi yapılan iş daha da kötü. Skandal içinde skandal yani.

Sayın Kuzu, Melih Gökçek’e karşı kuzu gibi şefkat gösterip her dediğine kuzu kuzu razı olmuşsunuz. Biz de kuzu kuzu sizden bir şey istesek şu görevi kötüye kullanmakla suçlanan 60 milletvekilinin listesini bize de verseniz, hani halk olarak bunu biz de bilelim, hakkımızdır diye düşünüyorum, bilmem yanılıyor muyum.

Tek kepazelik bu konuşma olsa yine iyi. Bakın dönemin enerji bakanı Hilmi Güler’le Gökçek arasında da bir telefon konuşması çıkıyor ortaya. Gökçek yerel seçimler öncesi büyükşehir belediyesinin doğalgaz borçlarının silinerek prototkole bağlanmasını istiyor ve bu protokolü “borcumuz kalmadı” diyerek propaganda aracı olarak kullanacaklarını söylüyor. Güler de bunu onaylıyor ve o da Gökçek’ten Ankara’daki bir arkadaşının akaryakıt istasyonuna ait ruhsat sorununun çözülmesini istiyor. Gökçek de hemen müdürünü arayıp ruhsat başvurusunun reddedilmesi için “sehven yapılmıştır diyelim” diyor.

Bununla da kalmıyor Erdoğan işadamı Remzi Gür’den ABD’de okuyan kızı Sümeyye’ye para göndermesini istiyor. Başbakan’ın kızına para göndermesi talimatını verdiği Remzi Gür’ün bir milletvekiline rüşvet teklif ettiğini ve rüşvet suçundan 10 ay hapis yattığını da hatırlatırım. Bunun da kaydına internette kolayca ulaşılabilir diğer ikisi gibi.

Bundan başka Erdoğan AKP’nin kapatılma davasındaki savunmasında BOP eşbaşkanı olduğunu kabul etmese de yine Ulusal Kanal’da yayınlanan bir görüntüde: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Nedir o görev? Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinin Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz.” diyor. Bunun da internette görüntüsü mevcut. Artık sözün bittiği yerdeyiz, yorum yok… Takdiri size bırakıyorum.


19 Temmuz 2011 Salı

"İslam'dan Önce Araplar Allah'ı Bilmez, Putlara Taparlardı." Yalanı

Değerli arkadaşlar İslam'dan önce Araplar putlara değil yine Allah'a tapardı. Kanıtım Kuran'dandır buyur:


Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?(ZUHRÛF - 87)

Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan elbette, “Allah”, derler. De ki: “Peki söyleyin bakalım? Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz var ya; eğer Allah bana herhangi bir zarar dokundurmak isterse, onlar Allah’ın dokundurduğu zararı kaldırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet dilese, onlar O’nun rahmetini engelleyebilirler mi?” De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edenler ancak O’na tevekkül ederler.”(ZUMER - 38)


Ha peki İslam'la değişen nedir o halde, diyeceksiniz. Putlar bir aracıydı, Allah'la kul arasında. Yani şimdiki Kâbe gibi ya da Muhammed gibi. Muhammed putların şefaatçiliğini kaldırıp arabulucu olarak putlar yerine kendini koymuştu. Yine Kuran'dan kanıt göstereyim:


İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (ZUMER - 3)

"İslam'dan önce Araplar Allah'ı bilmez putlara tapardı." yalanı İslam'ı yeni bir din gibi gösterme çabasından ileri gelir. Oysa Kâbe'yi tavaf, Hacerül Esved'in kutsal sayılması, Allah inancı gibi şeyler hep İslam'dan önce de vardı. İslam yeni bir din değil eski dinin reforme edilmiş halidir.

5 Temmuz 2011 Salı

ALLAH'IN İNSANDAN NE FARKI VAR?

Allah insandan farksızdır insan gibi öfkelenir,kincidir ve intikam alır.

Biz de onlardan intikam aldık ve ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan habersizmişler (gibi) olmaları nedeniyle onları suda boğduk. (A'RAF SURESİ / 136)

Bundan (Kur'an'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da indirdi. Gerçek şu ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azab vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır. (AL-İ İMRAN SURESİ / 4)

Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir. (İBRAHİM SURESİ / 47)

Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız. (SECDE SURESİ / 22)

Rabbin ayetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirenden daha zalimi kim söyleyeyim mi sevgili Allah? Sen tabii ki sen! Sana inanmayanı sonsuza dek yakmaktan bahseden sen! Dünyanın en sapık işkencecisinin aklına gelebilecek cinsten kanlı irin içirme gibi bir iğrençliği düşünen sen! Senden daha zalim daha sapık şu cihanda yoktur. Dünyanın en psikopat insanı bile bırak sadece suçu inanmamak olan birini gerçek bir suçluyu bile sonsuza kadar ateşte yakamaz.

Hakaret eder:

Andolsun, sizden cumartesi (günü) yasağı çiğneyenleri elbette biliyorsunuz. İşte biz, onlara: "Aşağılık maymunlar olun" dedik. (BAKARA SURESİ / 65)

Bir takım beyinsiz insanlar: "Onları daha önceki kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. O dilediğini doğru yola yöneltir." (BAKARA SURESİ / 142)

Geberesice nasıl da ölçtü biçti.(MUDDESSİR - 19)

Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler(MUDDESSİR - 50)

Hatta insan gibi beddua eder:

Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; hristiyanlar da: "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? (TEVBE SURESİ / 30)

Ve tıpkı insan gibi yemin eder:

http://kloroben.blogspot.com/2009/02/yemin-eden-allah.html

Şu halde Allah insan mıdır?

7 Haziran 2011 Salı

ŞOK, ŞOK, ŞOK YENİ BİR PORNO KASET BULUNDU!

Kasette ilginç görüntüler var. Önce 1.80 boylarında bıyıklı yakışıklı biri içeri giriyor. Onu bekleyenin elinde bir zarf var:
-Ahhh, ben de seni bekliyordum... Ihhh sana şu kabinde vercem ohşşş…

Beraber kabine giriyorlar…
-Ulan terbiyesiz, ananı al!
-Ohhh haşin erkekim söv bana öp beni, acıt beni…
-Ulan benzine % 200 zam yapacam.
-Ohhhhşşşş…
-Her üniverite mezunu iş bulacak diye bir şey yok!
-Ohhhhhh! Oaaağh…
-Ulan internette de artık istediğim sitelere gireceksiniz!
-Eveeet, eveet ahhh, evet!
-Hakkını arayanı coplatmaya devam edecem!
-Ohhh ez beni parçala beni!
-Torba yasayla sizlerden topladığım işsizlik fonunu patronlara peşkeş çekmek ne ki daha ağzınıza oturak kuracam!
-Ooooh ohhhh! Evet!
-Sağlığı paralı yapacam!
-Evet, ohhh, ohhhşşş…Eveet...
-Emeklilik yaşını 85’e çıkaracam.
-Aaaaah, ohh ohşşş! Daha sert, istiyorum ahhh istiyorum, seni istiyorum. Kiss me!
-Senin ecdadını bile kisecem. Yasakları daha da genişletecez, sansürün damına çıkacaz!





- ohhhh!

Photobucket
_________

23 Mayıs 2011 Pazartesi

“DURMAK YOK, YOLA DEVAM!”

Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün yayımladığı “Dünya Basın Özgürlüğü Sıralaması”nda 178 ülke içinde 138. sıraya geriledi. 139. sırada yani Türkiye’nin hemen ardında hangi ülke var biliyor musunuz? Etiyopya! Ne bekliyorduk ki? Türkiye artık Kuzey Kore, İran, Burma gibi baskıcı totaliter bir rejime doğru gidiyor. AKP iktidarının basın, özgür düşünce ve muhalif sesler üzerinde estirdiği terörün boyutları artık gerçekten korkutucu. Gazetecilere yönelik davalar, tutuklamalar, tehditler son sürat giderken hatta Başbakan’ı eleştiren sıradan insanlar bile ceza alırken ne bekliyorduk? Başbakan geçerken sırf “Sayın Başbakan, özgürlük!” dediği için bir vatandaşımız bir ay hapis yatıyorsa ne bekleyebiliriz ki? 13 yaşında bir çocuk Başbakan’ın seçim otobüsüne bağırdı diye Başbakan’ın emriyle korumalar çocuğu yaka paça Devletlü Başbakanımızın huzuruna getirip Başbakan da çocuğun ensesine tırnaklarını geçirirken ne bekleyebiliriz ki? Daha basılmamış yayımlanmamış bir kitabın yazarı (Ahmet Şık) neyle suçlandığı bile belli olmayarak hapse giriyorsa ne beklenir, ne umulur?

AKP’nin despotluklarını ve anti- demokratik uygulamalarını saymaya kalksak sayfalar yetmez. Adı ilginç bir şekilde Akparti olan ama uygulamaları hiç de ak olmayan AKP iktidarı döneminde bir kara uygulamayla daha karşı karşıyayız: “Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu'nca (BTK) hazırlanan "İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar" 22 Ağustos 2011 tarihinde yürürlüğe girecek. Bu uygulamayla kullanıcılar BTK’ nin belirlediği 4 internet filtresinden birini seçmek zorunda bırakılacak. Filtreyi aşmak suç sayılacak. Filtre kıstasları ise tamamen BTK tarafından belirlenecek. Bu uygulama dünyada Çin, Küba, İran gibi internetin "tutuklu" olduğu ülkelerde kullanılıyor.” KAYNAK: CNNTÜRK

İnsanların internet üzerinde hangi bilgiye ulaşıp ulaşamayacağına BTK’nin karar vermesi ne kadar demokrasidir acaba? Bir internet kullanıcısının bağlandığı web sitesi bir başka kişiyi neden rahatsız ediyor? Bir kurumun başındaki kişi eğer istemiyorsa “X sitesi”ne girmez ama benim X sitesine girmeme ne hakla engel olur? Hiç kimse haddini aşıp da bir internet abonesine: “Şu siteye gir, bu siteye girme.” diyemez. Kimsenin insanlara “salak” muamelesi yapmak hakkı ve haddi değildir. Bir yolunu bulup filtreyi aşmak da “suç” sayılacak üstelik. Yani canınızın istediği bir siteye girdiniz diye polis kapınızı çalabilecek. Bu denli tuhaf bir durum; artık düşüncelerimize, kafamızın içinden geçenlere, zevk ve beğenilerimize karışacak kadar işin cılkını çıkardılar. AKP iktidarı Türkiye’de tek tip insan yaratmanın peşinde. Bizse milyonlarca “kişiliksiz, hödük, aptal” olarak sadece onların istedikleri sitelere girebileceğiz.

Ayrıca zaten topraklarından demokrasi fışkıran, gökten özgürlük yağan ülkemde 10 bini aşkın siteye erişim mahkeme kararıyla engelleniyorken filtre de neyin nesi? Bu nasıl bir zihniyettir, ne cins bir kafa yapısı binlerce sitenin yasak olmasını yeterli bulmaz da ek yasaklar getirir? 4 çeşit filtre olacak: aile, çocuk, yurt içi, standart. Bazı yasak savunucuları standart pakette herhangi bir değişiklik olmayacağını, durumun bugünkü gibi olacağını iddia ediyor. Ama bu doğru değil, durum bugünkünden farklı olacak. Şu an biz servis sağlayıcıları üzerinden internete girerken bir kısıtlama yok. Sadece mahkeme kararıyla engellenmiş sitelere girilmiyor; fakat bir filtreleme sistemi yok. 22 Ağustos’tan itibaren ise 4 filtreden birine geçmemiz ZORUNLU olacak. Kullanıcı ismi ve şifrelerle hangi sitelere girdiğimizin takibi yapılabilecek. Şu an mahkeme kararı ile erişimin engellendiği sitelere giremiyoruz ama filtreleme ile hiç davaya falan da gerek kalmadan BTK’nin istemediği sitelere girmeyeceğiz. BTK her an durumu değiştirip yasağın sınırlarını genişletebilecek. Mahkeme kararı olmaksızın istediği siteye girişi engelleyecek. Elbette amaç muhalif sesleri susturmak. Artık buna da ses çıkarılmazsa gidişat kötü. Kuzey Kore ya da İran olma yolunda son sürat ilerliyoruz. Eeee ne diyorlardı: “Durmak yok, yola devam.”

1 Nisan 2011 Cuma

YOKSA BU BİR NİSAN ŞAKASI MI?

Erdoğan nedendir bilinmez Türkiye’nin iç meseleleri ile ilgili demeçleri dışarıda veriyor. Velev ki siyasi simge…” diye başlayan ve işgüzarların kolları sıvayıp AKP’yi kapatmaya kalktığı; fakat AKP’nin sürecin ardından daha da güçlenerek çıktığı konuşmasını da malumunuz olduğu üzere bir dış gezi sırasında yapmıştı. Şimdi de İngiltere’de başkanlık sistemini referanduma götüreceğini söyledi.

Pekiyi ama başkanlık sistemi Türkiye’ye ne kazandıracak, getirisi ne olacak? Erdoğan sürekli başkanlık sisteminden bahsederken arada bir neden başkanlık sistemini bu kadar çok istediğini izah etse fena olmayacak.

Belli ki Erdoğan devletin tepsindeki koltuğa Gül’den sonra kendisi oturmak istiyor. Ama Erdoğan gibi biri elbette temsille yetinmez. Cumhurbaşkanlığı temsil makamıdır. Oysa Erdoğan sahip olduğu gücü daha da artırmanın peşinde. Devletin başının yürütmede de söz sahibi olması ve tarafsız olmak yerine rahat rahat taraf olması elbette başkanlık sistemiyle mümkün. Başkanlık sistemi tartışılırken hep ABD örnek veriliyor, çünkü ABD başkanlık sisteminin dünyada en iyi işlediği ülke. Ama başkanlık sistemi halka gösterilmek istendiği gibi sadece cici ülkelerde görülmez. Bugün genelde başkanlık sisteminin ABD ve Fransa dışında görüldüğü devletlerin rahatlıkla tamamı diyebilirim demokrasiyi hazmedememiştir: Afganistan, Kolombiya, Liberya, Uganda, Kenya, İran, Ekvador, Arjantin, Surinam, Tanzanya, Zambiya, Somali, Haiti… bunlar başkanlık sisteminin görüldüğü diğer bazı ülkeler.

Başkanlık sistemi ABD’de ve Fransa’da iyi işlemektedir çünkü oralarda kuvvetler ayrılığı vardır. Gelişmiş bir sivil toplum bilinci ve faal, sesini duyurabilen, adam yerine konan sivil toplum örgütleri vardır. Basın bağımsız, bizdeki gibi en ufak bir muhalefette içeri alınan gazeteciler ya da yürümek sesini duyurmak istedi diye dayak yiyen halk yoktur. Gelişmişlik düzeyi, sosyo-kültürel yapı ve demokrasi kültürü buradakinden çok farklı. Baskıcı ve otoriter devletlerde başkanlık sisteminin gideceği yer kaçınılmaz olarak diktatörlüktür. Meşruluğunu halktan alan bir başkan bizimki gibi demokrasinin en çok oyu alanın istediği gibi borusunu öttürmesi olarak algılandığı ülkelerde çok rahat bir şekilde iktidarı kişiselleştirir. Başkanlık sisteminde başkan kabine üyelerini istediği gibi atayıp değiştirebilir. Türkiye gibi bir yerde zaten kadrolaşmanın iyice suyunu çıkarıyorlarken bir de bu riske girmek çok sakıncalıdır. Türkiye’de siyaset öcülerden beslenmektedir. Bazı öcüler bazılarına rant getirmektedir. Örnek vermek gerekirse aslında şu an darbe tehlikesi falan yoktur ama halkın kafasına öyle bir darbe öcüsü yerleştirilmiştir ki bu öcü sayesinde bir kısım insanlar AKP’nin yaptığı her türlü baskı, şiddet, sindirme eylemlerini, göz altıları, hukuk dışı tutuklamaları kriz durumunun bir gereği, normal bir sonucu gibi görebilmektedir. Bu öcü bahanesiyle kriz durumu başkan tarafından yaratılıp uzatılabilir. Daha da despot bir duruma gelinebilir.

Dikkat edin hiç kimseye hesap vermek zorunda olmayan bir başkandan söz ediyoruz. Türkiye’de uygulamaya kalkarsak sonuç elbette sistemin uygulandığı Latin Amerika ülkelerindeki gibi diktatörlük olacaktır.

25 Mart 2011 Cuma

BİR İLERİ DEMOKRASİ HAMLESİ DAHA…

Ergenekon soruşturması kapsamında 6 Mart'ta tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'ın "İmamın Ordusu" adlı kitabını basacak olan İthaki Yayınevi'nin büroları 23 Mart Çarşamba akşamı saat 18.00 sıralarında Savcı Zekeriya Öz'ün talimatıyla basıldı. Her yer didik didik arandı. Kitabın nüshaları, evrak ve bilgisayarlar tek tek incelendi. Polisler kitabın yazılı kopyaları imha etti yetmedi, bilgisayarlarda bulunan kopyalar için de harddiskler götürüldü.

Fesuphanallah! Eskiden yayımlanmış kitap, yasaklanıp toplatılırdı da “Böyle demokrasi mi olur, bu resmen faşizm!” denirdi şimdi kitaplar daha yayımlanmadan toplatılıyor ve her ne hikmetse bazılarına göre yine de hükümetimizin demokratlığına halel gelmiyor.

Bakalım Başbakan Ahmet Şık’ın tutuklanması ve daha yayımlanmamış kitabın imhası için ne dedi: "Bunlar benim konum değil. Yargının konusu. Ellerindeki bulgular belgeler neticesinde ne çıkıyorsa üzerine gidiyorlar. Bunlar durup dururken olan şeyler değil. Bunun yürütme olarak bizimle ilgisi yok. Bunları bizler çıkarmıyoruz, yargı çıkarıyor. Olayı bu şekilde değerlendirmekte fayda var.” Bir de dönüp Erdoğan’ın 2008’de sarf ettiği sözlere bakalım… Baykal 2008’de Erdoğan’a Ergenekon operasyonları ile ilgili olarak: “Sen bu soruşturmanın savcısı mısın?” dediğinde Erdoğan “Evet savcıyız.” dememiş miydi? Bu ne perhiz ne lahana turşusu böyle? Önce kalk “Ergenekon’un savcısıyım.” de, ondan sonra bu dediğini gayet rahat unutup Ergenekon kapsamındaki tutuklamaların benimle ilgisi yok, de. Oh ne güzel! Dün “kara” dediğine bugün “ak” de. Ak Parti’nin ne kadar ak olduğunu, daha doğrusu ak mı yoksa kara mı olduğunu Başbakanın icraatları yeterince gösteriyor zaten.

Arıyoruz, tarıyoruz Ahmet Şık’ın neden tutuklandığını açıklayan düzgün bir şey yok. İçeri tıkılan adam daha neyle suçlandığını bilmiyor. Sonra daha yargılanmadan tutuklanıp hapse koyulmak da neyin nesi daha insanın suçlu olduğu kanıtlanmadan onu cezalandırmak da ne demek oluyor? Bu kadar kolay mı yani? Muhalif olduğu için insan bu kadar rahat mı içeri tıkılır? Türkiye’de hukuk mu var guguk mu belli oluyor. Katiller, tecavüzcüler ufak tefek cezalarla yırtarken (En basit örnek H. Üzmez. Ayrıca bkz: 13 yaşındaki çocuğa tecavüz eden 26 kişinin “iyi hal” indiriminden yararlanması) neyle suçlandıkları bile belli olmayan insanlar tutuklama adı altında aylarca hatta yıllarca hapis yatıp yargılanmadan cezalandırılıyor.

Yahu artık hükümetin adamı Arınç bile tutup: “Bu çok şık bir olay değil. Henüz basılmamış bir ürüne el konulmasını fevkalade üzücü buluyorum. Bir kitaptan dolayı böyle bir eylem ve faaliyet yapılmasından gerçekten üzüntü ve endişe duyduğumuzu şahsen ifade etmek istiyorum” demek zorunda kaldı. Hükümet kanadından bir başka yetkili Devlet Bakanı Hayati Yazıcı: “Sadece isimsiz-imzasız ihbar, gizli delille tutuklama olmaz. Hukuk devletinde kişinin, neyle suçlanıyorsa sebebini, suçlamayla alakalı delilleri bilmek hakkıdır” dedi. Ama bu laflar ne kadar samimi? Bakalım ileriki günler nelere gebe tutuklamalar devam eder ve bu tür tutuklamaları ayıplayan demeçlerle de yetinilirse bu da bize faşizan uygulamalar karşısında hükümetin ne kadar “ak” olduğunu gösterecek.

24 Mart 2011 Perşembe

JAPONYA’DAKİ FELAKETİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Japonya’da depremden sonra Fukuşima Daiçi Nükleer Santrali'nde patlama meydana geldi ve 1 numaralı reaktör bir türlü soğutulamadığından tehlike 4’ten 5’e yükseltildi. En yüksek seviye ise 7. Yani Japonya için belki de çok büyük bir felakete iki adım var. Japonya’da santral çevresinde üretilen sütte ve ıspanakta anormal radyoaktivite değerleri tespit edildi. Japonya’da vali üreticilerden ıspanak biçmeyi ve teslimatını durdurmalarını istedi. Hani yani hiçbir Japon politikacı basın toplantısı düzenleyip de çubukla ıspanak yiyip aha ıspanakta radyasyon yok, demedi. Bizde Çernobil sonrası elinde çay bardaklarıyla gazetelere poz verenlerin yaptığı rezaletin Japonya’da olması beklenemezdi zaten.

Bu arada tüm çalışmalara rağmen felaketin önü alınamıyor santralden yayılan radyoaktif serpinti bırakalım Japonya’yı, California sahillerine ulaştı. Eğer soğutma çalışmaları başarısız olursa Japonya’yı bir nükleer patlama bekliyor. Bu da yalnız Japonya’yı değil çevre ülkelerini de etkileyecek.

Japonya bu, olağanüstü teknolojisi var. Bir süper güç… Orada dahi nükleer santralin böyle tehlikeli durumlar yarattığını görüyoruz. Sadece Japonya mı? ABD bir başka süper güç, yıl 1979 ABD’de Three Mile Island nükleer kazası yaşanıyor. Sonuç mu? ABD otuz yıldır yeni nükleer santral kurmuyor. Geçen ay Obama Georgia eyaletine iki nükleer tesis kurulması için 8,3 milyar dolar kredi sözü vermişti. Ama Japonya’da ortaya çıkan kaza bu durumu değiştirecek gibi. Ne de olsa son sözü Obama değil “Nükleer Düzenleme Kurulu” söyleyecek. Aslında böyle şeylere bizdeki gibi politikacılar karar vermemeli. Doğru olan elbette bilim adamlarından oluşan bir kurulun bu konuda karar vermesidir. Gel gör ki bunu söylemek deveye “Neden boynun eğri?” diye sormak gibi oluyor.

Çok uzağa gitmeye gerek yok ABD’den coğrafi olarak daha yakın bir ülkeye gözümüzü çevirelim, tarih de 70’ler değil, daha yakın 80’ler… SSCB bir başka süper güç… Dünya hakimiyeti için ABD’ye kafa tutabilen bir dev… 1986’da Çernobil faciasını yaşadı ve yaşattı ki bundan Türkiye de etkilendi. Karadeniz Bölgesi’nde 80’lerde epey bir sakat doğum gerçekleşti Çernobil faciasının etkilediği ebeveynlerden doğan çocuklar… Bakmaya yürek dayanmaz.

Peki tüm bu olaylardan ders çıkarmak yerine Türkiye’de bugün ne yapılıyor? Mersin Akkuyu’da ve Sinop’ta Nükleer santral inşası için kollar sıvanıyor. Bütün itirazlara, bütün “İstemiyoruz!”lara ve bütün karşı çıkışlara kulaklar tıkanmış durumda. Halkın isteyip istememesi ne gam!... Büyüklerimiz istiyor ya o yeter. Başka şeye benzemez insan hayatı, hayat bu şakaya gelmez. Hükümete seslenmeyeceğim, hükümetimizin başında Kaddafi gibi birinin elinden İNSAN HAKLARI ödülü alan Erdoğan var. Zaten en ufak bir muhalefette gaz bombası, dayak, gözaltı ve tutuklamayı kendi vatandaşlarına reva gören bir hükümetimiz var. Muhalefete ve sivil toplum kuruluşlarına seslenmek istiyorum. İyi, güzel AKP’yi başka konularda eleştirin; ama arada şu nükleer santrallere de sesinizi çıkarın. Türkiye ne ABD’ye benzer ne de Japonya’ya. İşte İzmit insanlar kanserin pençesinde. Göz göre göre Dilovası halkı kırılıyor ve yetkililer bunu seyrediyor. Bu insana ve insan yaşamına değer veren hangi ülkede yaşanabilecek bir durumdur? Ülkemizde insan hayatının zerre kıymeti yok. Bala naftalin katan, sucuğa dananın sinirlerini kıyıp koyan, peynir yerine palmiye yağı satan, metil alkolle yapılan rakıdan insanların öldüğü ya da kör kaldığı, kimi okul kantinlerinde satılan yiyeceklerin öğrencileri zehirlediği, askere deli dana hastalığı taşıyan etlerin yedirildiği bir ülkeyiz. Tüm değerleri çürümüş bir toplumda insana değer verilir mi ki? Burda yaşanacak olası bir nükleer kazayı düşünemiyorum bile.

28 Ocak 2011 Cuma

İçki Yasağı

AKP sürekli hak ve özgürlüklerden dem vururken kendi işine geldiğinde hak ve özgürlükleri zerre kadar umursamıyor. Bunu da çok kurnazca yapıyor. Halkın dinî duygularını istismar ederek… Yasaklar ve mecburiyetler dine dayandırılırsa halkın özgürlüğünü çok rahat ihlal edersiniz. Söz gelimi limonata tüketmenin karşısına yasal engeller ve kısıtlamalar çıkarın kıyametler kopar; lâkin aynı durum alkollü içkiler için yapıldığında pek gür bir ses çıkmıyor. Ya da bir mahallede her hafta Cuma günü belli bir saatte o mahalledeki parkta toplanmayı zorunlu hâle getirin, herkes karşı çıkar; ama bir de Cuma namazına gitmeyi mecburî hâle getirin bakalım kaç kişi itiraz edebilecek.

İşte AKP bunun farkında ve alkol tüketimine yönelik keyfî sınırlamalar getiriyor. Gençlere yönelik konser ve festivallerde içki satışı olmayacak. Alkollü içkiler bedelsiz, hediye, ödül, eşantiyon veya promosyon olarak dağıtılamayacak. 20 cl ve altında bulunan alkollü içkiler bakkal, market, kuruyemişçi ve büfe gibi yerlerde satılamayacak. 24 yaş altına alkollü içki satılamayacak…

Başbakan, alkol yasağıyla ilgili konuşurken şu sözleri sarf etti: “Af edersiniz, trafik polisleri, trafik kazalarında yakaladıkları kimler, bu kazalarda yakaladıkları kimler? ... Bunların yaptıklarını ölümle mi yaralanmayla mı ödeyeceğiz?” Erdoğan bu sözleriyle trafik kazalarının sorumlusu olarak “alkol tüketimi”ni işaret ediyor. İçkili araç kullanmanın bâzen trafik kazalarına neden olduğu bir gerçek. Ama içki içen biri direksiyon başına geçmedikten sonra kimsenin de onun içkisine karışmaya hakkı yoktur. Ayrıca zaten alkollüyken taşıt kullanmak da yasak, bu tuhaf ek yasakların trafik kazalarını önlemeye yönelik bir tarafı yok. Hem “Bu kadar düşünceli iseniz, insanlar kazalarda ölmesin diye alkol tüketimini kısıtlıyor iseniz neden silah ruhsatı alma yaşını 18’e indirmeye kalktınız? Neden bir kişiye beş çeşit silah bulundurma hakkı vermeye kalkıştınız?” diye de sorarlar hani. İnsanlar en ufak bir şeyde az mı silaha sarılıyor bu ülkede? Görüldüğü gibi AKP’nin toplumun yararına bir şeyler yapmak gibi bir derdi yok. Amaç bir tür yaşam tarzını dayatmak, ortamı daha muhafazakâr hâle getirip İslamî motifleri kullanarak oy toplamak.

Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç’a İzmir’de içki yasağı soruluyor. Bakalım Arınç ne diyor: “Hayat içkiden, seksten ibaret değil.” Ne demek oluyor şimdi bu? Bunun bu saçma yasaklarla ne alakası var? Sana “Hayat neyden ibaret?” ya da “Hayat neyden ibaret değil?” diye soran mı oldu? İçki yasağına tepki gösterenler için hayat içki ve seksten mi ibaret yani? Ayıp denen bir şey var. Bu laf bir başbakan yardımcısına yakışıyor mu hiç? Ha bu arada
başbakan en ufak fırsatta herkese “En az üç çocuk yapın.” diyip duruyor. Diğer taraftan yardımcısı “Hayat seksten ibaret değil.” diyor. Af edersiniz ama üç çocuğu da leylek getirmiyor hani… Siyasî iktidarın demeçleriyle, uygulamalarıyla halkın taa yatak odasına kadar girdiği bir ülkedeyiz ve AKP kanadından hâlâ “Kimsenin yaşam tarzına müdahale etmiyoruz.” gibi tuhaf sesler çıkabiliyor.

Merak eden varsa şahsım içki içmem, ağzıma dahi sürmem. Ama içene de karışmam, karışılmasını da doğru bulmam. İsteyen başkasına zararı olmadığı sürece istediğini içer. Erdoğan ne buyuruyor: “İsteyen istediği kadar içiyor. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.” Yahu bir başbakan içki içen vatandaşları böyle aşağılar, onlara bu şekilde hakaret edebilir mi? Ne ayıp şey! Ayrıca Erdoğan bu “aksırıncaya tıksırıncaya kadar” sözlerini Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiirinden almış. Fikret ne diyor: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.” Kimlere diyor bunu Fikret içki içenlere mi? Yoo, hayır. Deniz Feneri olayındaki gibi halkı soyanlara… Hani unutkan olanlara hatırlatalım bir numaralı sanık Akman: “Başbakan arkamda.” diyip istifa etmek yerine dokunulmazlık zırhının arkasına saklanarak yargıdan kaçmıştı. Deniz Feneri dedim de aklıma başka sorunlar da geldi… Gıda fiyatlarındaki artış, TEKEL işçileri, Tuzla’daki ölümlü iş kazaları, salıverilen Hizbullahçılar… Ama bunlar önemli değil, iktidara gündem lazım. Önemli olan ne? Kars’taki heykel ucube mi, değil mi; içki satılsın mı, yasaklansın mı? Eeee ne diyorlardı: “Durmak yok, yola devam.”