16 Şubat 2009 Pazartesi

İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR

İslam’ın nasıl büyüyüp geliştiğini, savaşlar ve yağmalar sonundaki ganimetlerin İslam’ı nasıl güçlendirdiğini hatta ekonomik durumu feodalizme çevirerek üretici güçleri geliştirip Müslümanları dönemin en ileri, en zengin ve en güçlü devleti haline getirdiğini biliyoruz.

Peki İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı? Muhammed diye bir adam mağarada hayal gördü ve şimdi 1 milyardan fazla insan ona inanıyor… Bu mudur? Elbette hayır. İslam’ı ve Muhammed’i ortaya çıkaran bazı koşullar var olaylar var. O zamanki Arap toplumundaki bu değişiklikler bazı peygamberler ortaya çıkardı. Bazı şairler çıkıp peygamberlik iddiasında bulundular. İçlerinden Muhammed değil de bir başkası da galip gelebilirdi ama durum çok da farklı olmazdı o halde sorun Muhammed değil. Sorun Arap yarımadasında o çağda yeni bir dinin doğup güçlenip gelişmesine yol açan koşullar. Bu insanlar nasıl ve neden din etrafında bir araya gelmiş?

Eski zamanlarda siyasi otorite ve dini otorite atbaşı beraber giderdi. Bu yalnız Araplarda böyle değildi herkeste her millette böyleydi. Eski Türklerden örnek verelim. Hükümdar ailesinin kanı kutsal sayılırdı ve kanı dökülmezdi. Kanlarında Tang Tengri’nin verdiği bir “kut” olduğuna inanılırdı. Kanı yere akmasın diye öldürülme şekilleri genelde boğularak olmuştur. Hatta daha çok değil yüzyıl önce Osmanlı padişahı mektuplarının sonuna Halife-i Müslimin – (tüm) Müslümanların halifesi- diye imza atardı. Tabii bazı durumlarda ulviyeti ilahiliği kutsallığı iplemez insanlar. Osmanlı Padişahı Genç Osman’ın bir ara Yeniçeri ocağını ortadan kaldırma düşüncesi olmuş ve zindanda Yeniçeriler tarafından hem ırzına geçilmiş hem de testisleri sıkılarak işkenceyle öldürülmüştü. Bunlar bizim tarihten. O çağlarda insanlar gaddardı. Anlatmamın nedeni bunun iyice kavranılıp buradaki olaylara ırkçı bir şekilde yaklaşılmaması. Başka bir ırk ne ise biz de oyuz. Bugün diğer Müslüman devletlerden farklı oluşumuzu farklı jeopolitik konumumuza 1. Dünya savaşı’nın kriz ortamına ve Atatürk gibi bir dehayı ortaya çıkaran koşullara borçluyuz. Eğer Osmanlı ağır bir bunalıma girmeseydi 1. Dünya Savaşı’nda yenilmeyip de kazansaydı Atatürk devrimlerine giden yol açılmayacak ve bugün bambaşka bir ülkede yaşayacaktık. Bu vesileyle bir kez daha Atatürk’ü saygıyla anıyorum. Nazilerin de Yahudileri yakması ve altı milyon Yahudi’yi öldürerek tarihin en büyük katliamını gerçekleştirmesi daha çok değil geçen yüzyıl yaşandı. İşte Avrupa’nın göbeğindeki Almanya tarihinden bir kanlı sayfa. Düşününki 20. yüzyılda bu vahşet yaşanıyorsa geçmiş asırlarda neler yaşanmaz.

Yani her milletin tarihinde vahşet, kan ve gözyaşı vardır. Bunlar kimi zaman azdır kimi zaman artar. Ama kesin olan şu ki bu vahşet eskiden çok daha fazlaydı. Peki madem bunu doğal ve normal gördüm şu halde İslam’ı ve ortaya çıkışındaki koşulları asırlar önce insanların çok bilinçsiz olduğu zamanda dökülen kanları yapılan savaşları neden eleştireceğim? Neden İslam’a bakarken asırlar önce bu normaldi, demeyip de eleştiriler yönelteceğim? Bu bir çifte standart olmaz mı? Hayır, olmaz. Çünkü İslam’ın Allah katından indiği iddia ediliyor. Eğer bu din her şeye kadir her şeyin üstünde zamandan ve mekandan münezzeh tek gerçek tanrı tarafından indirildi ise bu dinin insanlara yaptırdıklarının sadece asırlar önce değil günümüzde de normal karşılanması gerekirdi. İşte bu yüzden yüz yıl önceki bir olaya o çağlarda olabilir derken asırlar önce olan bir olaya bugünün gözleriyle bakıyorum. Ama asırlar önce yaşamış insanları suçlayıp yargılayarak değil eleştirileri İslam dinine ve bugün İslam’ın geçerli olduğunu savunanlara yönelterek bu işi yapmak istiyorum

Arabistan’da İslam’ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsizdi. Su azdı bu doğal olarak insanların birbirinden ayrı yaşayamamasını kabile türü bir örgütlenmeyi getirmişti. Suyun az olduğu yerlerde insanlar su kaynaklarına kuyulara yakın yerlerde ikame ederler. Araplar daha tam olarak köleci ekonomik düzene bile geçmiş değildi.

Toprakların verimsiz tarımsal üretimin çok düşük olması kabile üyelerinin çevresel etkiler nedeniyle bir arada yaşaması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı adetleri gelenek ve görenekleri etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve cezada ortaktı. Şöyle ki bir kabileden biri bir başka kabileden birini öldürürse iki kabile aeasında savaş çıkabiliyordu ya da kan bedeli ödeniyordu ama bu diyeti ödeyen katilin bizzat kendisi değil kabilenin tümü oluyor mesela kabilenin ortak malı olan keçilerden elli tane verilmesi. Bu şekilde suçun telafisine (diyet ödeme) ya da intikam girişimine (savaş, kan davası) suçu işleyen birey değil klanın tamamı muhattap oluyordu. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. en ufak şeyde bir kişinin şiddete baş vurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki kabile hemen vuruşurdu. İlkel toplumların ortak özelliği kaynakların yeterince iyi işlenmediği ve üretimin çok ilkel olduğu bir zamanda dünyada bulunmaları nedeniyle kaynaklar yüzünden çarpışmaların çıkmasıdır hele bu Arabistan gibi kurak verimsiz bir yerse çarpışmalar daha çok ve daha şiddetli olacaktır. Bugün savaşlar azaldıysa bunun nedeni insan bilincindeki gelişme değil üretimdeki gelişmedir. Üretimdeki gelişme sonucu savaşlar azalmış ve bu da insan bilincindeki gelişmeyi sağlamıştır.

Akrabalık çok önemliydi. Klanın içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir tam bir demokrasi vardı. Klanın ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kabileler genelde savaş durumunda bir araya gelirlerdi. Medine nispeten tarıma elverişliydi. Mekke’de böyle bir durumun söz konusu olmaması onları tarım ve hayvancılıktan çok ticarete itmişti. Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bunun mümkünatı ancak Arapları bir çatı altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek güçte eski çağlarda olduğu gibi dindi tanrının seçilmiş kulu olmak idi.

Biraz siyasi yapıdan da bahsedelim. Kabileler halinde yaşamda kabile liderliği babadan oğula geçmezdi. Kabile lideri olacak kişi; dürüst, cesur, iyi savaşçı olmalıydı ama tabii ki kabile liderliği görevini bir ömür boyu yürütürdü kabile lideri.

Darü’n Nedve denilen bir yer vardı Mekke’de Kabe’nin yakınına kurulmuş ve kapısı Kabe’ye bakan bir binaydı. İşte Mekke’nin ileri gelenleri burda toplanır aralarında karar alır önemli konuları ticaret, savaş vb. karara bağlarlardı. Dar’ün Nedve bir bakıma bizdeki TBMM’nin vazifesini görüyordu. Şu halde henüz embriyon halinde de olsa devlete giden bir yol vardı. Nüfusun artışı ticaretin ve işbölümünün gelişmesi insanları bir devlet örgütlenmesinde bir araya gelmeye zorluyordu.

Bu Dar’ün Nedve’ye gelip görüş bildirmek için kırk yaşına gelmiş bir Mekkeli erkek olmak yeterliydi işte böyle hem kabile tarzı bir ilkel yaşam hem de çağına göre oldukça ilerici bir örgütlenme tarzı söz konusuydu. Yalnız bir şey dikkatinizi çekti mi Mekke ileri gelenlerinin toplandığı Dar’ün Nedve’ye gelmek için kırk yaş şartı var. İşte bu bize Muhammed’in peygamberlik iddiasının neden kırk yaşında olduğu hakkında bir fikir verebilir. Muhammed Dar’ün Nedve’ye girip çıkacak ve Mekke’nin saygın, zengin önemli kişileriyle ittifak yapacaktı. Bu da gösteriyor ki Muhammed’in yanında toplananlar tıpkı diğer peygamberler Museylime ve Tuleyha’nın yanındakiler gibi çıkar ilişkileri içinde bir araya gelmekteydi. Hatta Ömer ve Ebubekir gibi ileri gelenlerden iki kişi kızlarını Muhammed’e vererek bu ilişkiyi daha da perçinlemiş. Muhammed ise bir kızını Osman’a vermiş o kızı ölünce diğer bir kızını daha zenginliği dillere destan Osman’la evlendirmişti. Hatice ile evlenmesi Muhammed’e olağanüstü bir prestij ve zenginlik de kazandırmıştı. Dahası Muhammed’in akrabalarından Talha da zengindi. İşte bu zengin ve önemli kişiler İslam’ın asıl kurucularıydı. Muhammed’in yanında da diğerlerinin yanında da samimi bir inançla toplanan elbette vardı ama çoğunluk çıkar amacı güdüyordu. Uhud’da peygamberin kesin emrine rağmen okçuların yerlerini terkederek yağmaya katılması, Huneyn dönüşü ganimet paylaşımı yüzünden Muhammed’i semure ağacının altında sıkıştırıp nerde ise dayak atmaya kalkmaları dahası ona “yalancı” ve “cimri” demeleri, yanı sıra Kuran’da önce ganimetlerin tamamının sonra ise beşte birinin Muhammed’e ait olması bu çıkar ilişkisinin kanıtıdır.

Gelin bir de İslam’ın en değerli kitabı Kuran’a bakalım: “Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (BAKARA SURESİ / 79)” Demek ki bu durumdan koşulların uygunluğundan istifade etmek ve çıkar sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunan sadece Muhammed değildi. Onlar Muhammed’e göre yalancı peygamberlerdi ama onlara göre de Muhammed yalancı ve birbirleri yalancı. Hakikatte ise hepsi aynı al birini vur diğerine!

İslam’dan önce de sizin bildiğiniz gibi Hac ve Kabe vardı. Bu Kabe’ye yine Arap yarımadasının uzak yerlerinden gelenler vardı. Amma bir usul vardı ki şu yanında yiyecek getirmek yasaktı. Yiyecekle gelmek Allah’a güvenmemek oluyordu. Günlük elbiseyle tavaf edilmezdi dışardan da elbise getirilmezdi. Peki ne yapılırdı ihram bu işe bakan aileden satın alınırdı. Neden? İslam öncesi de Allah’ın mekanı olan Kabe’ye tertemiz elbiseyle girmek gerekti. Üzerinizdeki elbiseler belki de haram işlerken de üstünüzdeydi Allah’ın evini bunlarla kirletmemeli. Peki yoksul olanlar da var mıydı tavafa gelenler arasında? Evet vardı. İhram alacak parası olmayanlar Kabe’yi çırılçıplak tavaf ederdi kadın ya da erkek fark etmez. "Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. Zekerlerimizden meni damlıyordu" (Buhari Hac/81; Müslim Hac/141) Bu hadis hem Buhari’de hem Müslim’de var. Yani sahihliği tartışılmaz demek ki Mekke’nin fethinden sonra örtünme ayetleri inmeden evvel Müslümanlar da çıplak tavaf etmiş ya da Mekke Kureyş’in kontrolünde iken Hudeybiye barışında anlaşma yapılmıştı Müslümanlara bir yıl sonra Hac için izin verilmişti. O sırada Kabe Kureyş’in kontrolünde olduğundan tavaf onların istediği gibi ihramı satın alarak ya da çıplak yapılmıştı. Ve erkekler bir sürü çırılçıplak kadını görünce de doğal olarak zekerlerinden meni damlıyordu.

Kabe ziyareti bugün nasıl büyük bir kazanç kaynağı ise o zamanlar da durum böyle idi. Kabe’de bazı hizmetler vardı ve bu hizmetlerin her birini yönetici konumunda olan aileler tedarik ederdi: Hicabe:kabe perdeciliği ve anahtarlarının korunması Sedanet: Hicabe’nin yardımcılığı Kabe kapıcılığı. Rifade: Hacılara yemek verme Sikaye: Hacılara su verme

Sikaye vazifesini Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, Abdulmuttalib ölünce de oğlu Ebu Talib yerine getiriyordu. Yani Muhammed’in ailesi de bu Hac işinin kaymağını yiyenlerdendi.

Peki Mekke Medine dolayları inanç olarak nasıldı? Aslında buralar inanç olarak bayağı renkli ve çeşitli idi. Medine’de önemli sayıda Musevi vardı, Mekke ekseri putperestti, putları reddeden Hanifler de vardı. Yabana atılmayacak kadar Hıristiyan Arap da vardı; bunlar Roma etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı. Hıristiyan ve Hanif inancının bir sentezi olan Rukus inancı vardı.

Muhammed’in peygamberlik öncesi inancına gelince bal gibi de putperestti. Şimdi İslami bir kaynaktan alınan şu bilgiye bakın: “Hz. Muhammed (sav) 35 yaşında iken Kureyş'liler Kabe'nin tekrar inşasına karar verdiler. Kabe'nin yapılmasında bütün kabileler çalıştı ve yeniden yapıldı. Sıra Hacerü'l Esved taşının yerine konulmasına geldiğinde yerleştirme şerefine tüm kabileler nail olmak istemekte idiler. Aralarında anlaşamayarak ihtilafa düştüler. Bu tartışma bir kaç gün sürdü ve yaşlı bir adam şöyle bir öneri getirdi: "Mescid'e ilk giren hakem olsun." Tam bu sırada Hz. Muhammed kapıdan içeri girdi. Hepsi Muhammed Emin'dir kararı kabulümüzdür dediler. Durumu kendisine anlattılar. Hz Muhammed bana bir kumaş getirin, dedi. Kumaşı yere serdi. Hacerü'l Esved’i kendi elleriyle kumaşın üzerine yerleştirdi. Her kabilenin reisi bezin ucundan tutsun, dedi. Taş yükselince de onu yerine kendi elleriyle yerleştirdi. Böylece inşaatın kalan kısmına devam edildi ve sorun çözüldü.” (http://www.kutsaltopraklar.net/tarih/hayat/mekke.htm)

Sene 605 henüz ortada peygamberlik iddiası yok. Putlara tapmayacak ama Kabe’nin onarımında görev alacak? Olmaz öyle şey! O görev almak istese bile Kureyşiler izin vermez. Hele putperest olmayan birine asla hakemlik yaptırmazlar. Hacer ül Esved’e de dokunmaya kalkarsa öldürürler adamı. Ama bir putperest bunları yapar.

Peki İslam öncesi putperestlik inancı nasıl bir şey? Gelin bunu Kuran’a bakarak görelim:

*Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler. (LOKMÂN - 25)

*Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (YÛNUS - 18)

*İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (ZUMER - 3)

*Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır. (ZUHRÛF - 19)

Yani İslamiyet öncesi dönemde putperestler de Allah’a inanıyordu. Ama putları kendilerini Allah’a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. Tıpkı Müslümanların Muhammed’e bakışı gibi. Putları bir şefaatçi olarak görüyorlardı. Tıpkı “Şefaat yâ Resulullah!” diyen Müslümanlar’ın Muhammed’e bakışı gibi. Muhammed putların yerine şefaatçi olarak kendini koyuyor. Kanıt mı? Buyrunuz:

“O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” (TAHA SURESİ / 109)

“O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (SEBE' SURESİ / 23)

Yani putların değil de Muhammed’in şefaati kabul edilir. Allah Allaaah! Yahu hani Allah’tan başkası şefaatçi olamazdı. Hani şirkti bu?

Muhammed, başlarda Yahudileri kendi yanına çekmek istedi

“Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin." (AL-İ İMRAN SURESİ / 50)

“Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik.” (MAİDE SURESİ / 44)

Hatta Kuran’da Tevrat ve Kuran eşdeğer olarak görülmüş buyrun:
“De ki: "Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur'an'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de, ona uymuş olayım." (KASAS SURESİ / 49)

Bu vesileyle sevgili arkadaşlar sakın ola Tevrat değiştirildi demeyin sonra maazallah şirke düşersiniz Kuran’a aykırı konuşup saparsınız.

Tabii bu bulunduğu bölgedeki kitap ehlini yanına çekmek içindi. “İslam’ın Palazlanışı ve Ganimet”te Muhammed’in Yahudilere yaptıklarını görmüştük. Yahudileri yanına bir türlü çekemeyen Muhammed bu sefer:

“Ey iman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (MAİDE SURESİ / 51) diyor.

Eee şüphesiz Muhammed’in pardon dilim sürçtü şüphesiz Rabbin hikmet dolu sözleri bunlar.

Ebucehil ne demek? “Cehaletin babası” demek. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu bir isim değil lakap. Muhammed yiğit, zengin, nüfuz sahibi olan Ebu Cehil’i kendine dost edinemeyince İslam’a çekemeyince ona bu lakabı taktı. Muhammed’in bu davranışı Kuran’a ne kadar uyuyor bakalım:

Ey müminler, bir kısmınız, diğer kısmınızı alaya almasın! Belki de alay edilenler, kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın, kötü lakaplarla çağırmayın! İmandan sonra fasıklık ne kötüdür! [Allah’ın yasak ettiği şeylerden] tevbe etmeyenler ise, zalimlerdir. (Hucurat 11)

Peki Ebu Cehil neden Muhammed’e inanmadı? Bakalım Müslümanların en sağlam kaynaklarından Kütübü Sitte’ye:

Fasil : TEFSİR BÖLÜMÜ - ESBAB-I NÜZULE DAİR
Konu : Enfal Suresi
Ravi : Enes
Hadis : Ebu Cehl (birgün) şöye dedi: "Allah`ımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" (Enfal, 32) diye dua etmişti. Şu ayet indi: "Sen içlerinde iken Allah onlara azab etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azab edecek değildir" (Enfal, 33) Müşrikler mü`minleri Mekke`den çıkardıkları zaman da şu ayet indi: "Yoksa Mecsid-i Haram`a girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azab etmesin?" (Enfal, 34).
HadisNo : 622

Adam işte ne demiş: "Allah`ımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" adam daha ne yapsın küçücük bir mucize görse inanacak. Ama yok, yok, yok.

Peki Muhammed bu Kuran’ı nasıl yazdı?

Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen. (KALEM SURESİ / 15)

Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: "Geçmişlerin masallarıdır" dedi. (MUTAFFİFİN SURESİ / 13)

"Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5)

Dahası başka peygamberler de vardı Muhammed’den önce de sonra da. İnanmayan Kuran’a baksın:

“Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir." (MÜ'MİNUN SURESİ / 83)

Oysa bir kez daha hatırlatalım ki Kuran’a inanmayan bu insanlar, Allah’a inanıyordu:

De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" (84) "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (85) (MÜ'MİNUN SURESİ)


Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5)

And olsun ki: 'ona elbette bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kuran ise fasih arapçadır. (NAHL/103)

Şimdi bu Nahl 103 ile ilgili Ubeydullah bin Müslüm’ün tefsirine bakalım:

"Mekke'de çok bilgili iki hristiyan köle vardı. bunlar aslen Iraklı idiler. adları Yesar ile Hayr idi. bunların birçok kitapları vardı. fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, 'hayır, Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah'ı ise işini sağlama almak için kullanıyor' demeye başladılar. bu yüzden, nahl suresi'nin 103.ayeti cevap olarak indi."

Sadece bunlar mı? Artık Varaka kimdir necidir onu da siz araştırın. Selman-ı Farısi’nin dini bilgisi ve Muhammed’e yakınlığı nedir? Ona da siz bir bakın. Bunları da siz kendiniz bulun ki yüreğiniz kani olsun. Eh fazla söze gerek yok. İslam’la ilgili tüm araştırmaları gördüğünüz gibi İslami kaynaklara dayandırıyorum.

Başka peygamberler de vardı onlar da Arapları kendi etraflarında bir arada toplamak ve tüm Arap yarımadasına hakim olmak istiyorlardı. Ve onların da inanırları vardı alın bir örnek tamamen İslami kaynaklardan:

"İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sagliginda Yemen'de ortaya çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansî, topladigi kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi bes gün savasarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdigi Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmis daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt'e gitmislerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamisti" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan müslümanlar endiseli bir sekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanlarin tamamina yönelik, Esved'e karsi savasIlmasi emri bölgeye ulasti. Veber b. Yuhannis vasitasiyla gönderilen mektubta; dinin korunmasi, mürtedlere karsi savasIlmasi, Esved el-Ansî'nin açikça savasilarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldirIlmasi ve bu emrin Islâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulastirIlmasi gibi talimatlar yer almaktaydi" (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338).

"Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulastigi zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adindaki biri tarafindan öldürülmüs ve Kenan bölgesi tekrar Islâm'in hâkimiyetine girmisti. Onun öldürüldügü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettigi günün sabahinda ulasmisti" (Taberi, III, 227 ).

Ama içlerinden galip gelenin adı ve ayetleri yaşayacaktı. Bu kişi Muhammed oldu!

Hiç yorum yok: